AYPA-TV ist laut Guinness Buch der Rekorde "Der kleinste Fernsehsender der Welt"  =  AYPA-TV Guinness Rekorlar Kitabina göre "Dünyanin En Kücük Televizyon Kurumudur".

AYPA Presse- & Werbeagentur + AYPA-TV
Dipl.-Ing. Ali YILDIRIM
D-13585 Berlin, Neuendorfer Str. 101 / VH. 2. OG.
Tel.: + 49 30 2427272 - +49 177 2427272 - Fax: +49 30 3732066
e-Mail: AYPA@AYPA.net
  -  Ali@AYPA.net

27.02.1993 - 27.02.2004 - 11 JAHRE AYPA  -  11 SENE AYPA -
  AYPA  
  AYPA-TV  
  Presseagentur  
  Werbeagentur  
  AYPA e.V.  
  AYPA-SHOP  
     
  Atatürk  
  Uğur Mumcu   
  Aziz Nesin  
   
  Tercüman  
  Dolmetscher  
  Übersetzer  
     
  Spandau  
  Berlin  
  Deutschland  
  Almanya  
  Türkiye  
  Türkei  
  İstanbul  
  Alman Lisesi  
     
  Avrupa         AB  
  Europa              EU  
     
  Medien  
  Medya          MiM  
     
  Ausländerbeirat  
  KaliMerhaba  
  MultiKulti  
  Zuwanderung  
  Migration  
  Integration  
  Göç          Uyum  
  Kanunlar  
  Gesetze  
     
  Vereine        NGO  
  Dernekler    DiK  
  TDK e.V.  
  ATGB e.V.  
  HDF                 HDB  
  AAKM-Cemevi  
  Alewiten.com  
  Aleviyol.com  
  ADD-Berlin  
  Milli Görüş  
     
  EURO-ISLAM  
     
  Parteien  
  Partiler  
  SPD       SPanDau  
  AG-Migration  
  Wahlen  
  Seçimler  
     
  TOP-Links  
     
  Kim Kimdir?  
  Wer ist wer?  
     
  AraBul=Suchen  
     
  Künye  
  Impressum  
  Ali@AYPA.net  
 

 31.12.96 - 18.01.2006
 

 










 
Ali Nesin'in de katılacağı Berlin'de Aziz Nesin EtkinligiAli Nesin'in de katılacağı Berlin'de Aziz Nesin Etkinligi
Aziz Nesin laiklik için Donkişotça savaştı. (Cumhuriyet.com.tr)

 

Demirtaş Ceyhun'un yeni yazı dizisi

Cumhuriyet 09.07.2005 

Aziz Nesin öyküleriyle, romanlarıyla, fıkralarıyla, oyunlarıyla yurttaşa yol göstermeye devam ediyor
Büyük ustalar ölmez
*Öylesine neşeliydi ki Aziz Nesin.. ''Asarlar...Asarlar...'' deyip kahkahayı patlatıyor ve savcıyla sürekli gır gır geçiyordu. Bu gır gır arasında da, ''Sahi... Kitabın adı da 'Asılacak Adam Aziz Nesin' olsun'' demiş, kendisini anlatan kitabın adını da kendisi koymuştu. Aziz Nesin'in amacı kesinlikle okuru salt güldürmek değil, gülmece öyküleriyle güldürürken, toplumsal ve siyasal konulara dikkatini çekerek onu düşündürmektir. Aziz Nesin, gerekince, kalemini kılıç gibi kullanmasını da çok iyi bilen bir yazı savaşçısıdır aynı zamanda.

Büyük ustayı yitirmemizin hemen ertesi günü, 7 Temmuz 1995'te kaleme aldığım, 12-16 Temmuz günlerinde Hürriyet gazetesinde çıkan ''Yaşasın Aziz Nesin'' adlı yazılarımı, ''Aziz Nesin öldü mü? Asla... Hiç kuşkunuz olmasın; büyük usta öyküleriyle, romanlarıyla, yazılarıyla, şiirleriyle, fıkralarıyla, oyunlarıyla, mektuplarıyla gene gün yirmi dört saat sürdürecektir sağır ve kör halkıma yol göstermeyi...'' diye bitirmiştim.

Büyük usta öleli on yıl olmuş... Ama ne acı, geleceğimiz konusunda bu denli karamsar bir başka dönemi daha anımsamıyorum ''Soğuk Savaş'' karabasanı altında geçirdiğimiz şu son yarım yüzyıl içinde... Yani, asıl şimdi öyle çok ihtiyacımız var ki ona aslında... Kuzey Afrika çöllerinde bir devekuşunun sırtına binip koşar adım nereye gittiğini bilmeyen Osmanlı çerisi gibi tıpkı, ''binmişiz bir alamete, gidiyoruz kıyamete'' , ama farkında bile değiliz çünkü. Üstelik, kimseye ''haberim yoktu'' deme hakkını da bırakmadan, bir yandan Avrupalıların, öte yandan Amerikalıların kolları arasında yeni bir şeriat devleti olmaya doğru bağıra bağıra gidiyor da ülke, hiçbirimizin gıkı çıkmıyor... Ne acı... Öyle çok özlüyorum ki Aziz Nesin'i...

Demek sözlü isteğini yerine getirmekte biraz gecikmişim ki bir mektupla, o yıl elli yaşına bastığım için 1985 Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı'na benden de bir yazı istemişti. ''Sevgili Demirtaş, elli yaşındasın. Ellinci yaşın dolayısıyla bir yazı yazmanı, bu kez yazılı olarak rica ediyorum. Dilerim, yetmişinci yaşını da görür ve yetmişinci yaşdönümü kutlama törenini ben düzenlerim. (Yok artık, sekseninci yaşını göremem, boşuna üsteleme.).'' demişti 3 Şubat 1985 tarihli mektubunda.

'ZAVALLI ELLİ YAŞIM'

''Zavallı Elli Yaşım'' koymuştum yazının başlığını ve ''Sevgili Aziz Nesin Ağabey'' diye başlamıştım yazıya. ''Demirtaş elli yaşındasın, diyorsunuz mektubunuzda. İnanın, elli yaşına bastığımı unuttuğum için unutmuş değilim istediğiniz yazıyı. Çünkü, karım daha aylar öncesinden ısrarla yineleyerek öylesine sık anımsatıyordu ki 17 Aralık'ta elli yaşına basacağımı, sevinçle, bir muştu verirmiş gibi... Çünkü, birkaç yıl önceydi. Gene öksürükten boğulduğum bir gün, 'Yeter artık, bırak şu sigarayı!.. Öksüre öksüre gebereceksin yoksa!..' diye harlayınca üstüme, 'Tamam, tamam... Elli yaşına bastığım gün bırakacağım sigarayı' demiş, söz vermiştim kendisine. Elli yaşına bu kadar çabuk basacağımı nereden bilirdim? 18 Aralık sabahından bu yana sigara içmiyorum. Herhangi ciddi bir iş belki beni sigara içmeye zorlar korkusuyla da, bizim Adana deyimiyle, deli danalar gibi dolanıyorum ortalıkta neredeyse iki aydır. Daktilonun başına geçip de, bir sigara yakmamak için kendimi zorlaya zorlaya yazdığım ilk yazı da bu, bilesiniz ağabey'' dedikten sonra da, ''Yani şimdi elli yaşında olmak bir ayrıcalık mı? Yaşlılık denilen şeyin de görece olduğunu, hiç kuşkum yok, gene en iyi siz anlar ve en iyi siz tanıtlarsınız. Çünkü 70 yaşına bastınız ve hâlâ genç yazarsınız. (...) Doğrudur, elli yaşına basmışım. Ama, ben de şimdi sizin gibi bir genç yazar mıyım? Tövbe... Rahmetli Orhan Kemal ağabey, 'genç romancı' diyerek kendisini küçümsediklerini sandığı için, 'Yahu, ellisini aştık, bilmem neremizin kılı ağardı, ama adımız hâlâ genç romancı' diye hayıflanır dururdu sık sık. Oysa, şimdi ben de anlıyorum artık 'genç romancı' nitelemesinin içindeki o büyük övgüyü. Edebiyatımızda kaç kişi kavuşabilmiştir ki acaba böylesi bir sıfata?.. Örneğin, Tevfik Fikret eminim ölünceye dek genç şairlikten kurtulamamıştır, ama sanmam ki Yahya Kemal bir kez duymuş olsun bu iltifatı. Nâzım Hikmet hep genç şairdir, ama Necip Fazıl, Ahmet Muhip, Cahit Sıtkı filan değil. Örneğin Sait Faik hâlâ genç hikâyecidir, ama Fakir Baykurt asla. Ben de, üstelik daha ellisine yeni bastığım halde, çoğu ağabeyim, yaştaşım ve benden küçük nice kardeşim gibi henüz bir genç yazar olamadım, biliyorum. Ama önümde nice zamanım var, umutsuz da değilim. Sigarayı da bu umutla mı kolayca bırakıverdim, kim bilir... Yetmişinci yaşdönümü kutlama törenimi düzenleyeceğinizi yazıyorsunuz. İnanıyorum sözünüzde duracağınıza ve unutmayacağınıza. Ama gene de hatırlatacağım; çünkü, yetmişinci yaşdönümünü ben de 'genç yazar' olarak kutlayacağım 'genç yazar' Aziz Nesin'le birlikte, söz veriyorum size.'' diye bitirmiştim.

AZİZ NESİN'E DİYEBİLSEYDİM...

Geçtiğimiz günlerde ben de yetmiş yaşına bastım. N'olur doğum günümde Aziz Ağbi'nin yakasına yapışıp; ''Hani yetmişinci yaşdönümü törenimi düzenleyecektin, söz vermiştin. Unuttun'' diyebilseydim bir... Ya da, ''Bari yetmişinde genç yazar olabilmiş miyim, onu söyle ağbi?'' diye sorabilseydim... Hiç kuşkum yok, o güzel kahkahalarından birini atarak, ''Benden ihtiyarsın hâlâ'' derdi mutlaka...

 

Cumhuriyet 09.07.2005 
Çağımızın Nasrettin Hocası

Çağımızın Nasrettin Hocası: Aziz Nesin'' adıyla yayımlanan ilk kitabın önsözünde de anlatmıştım; Aziz Nesin'le ilgili anılarımı yazmaya, beni Yalvaç Ural zorlamıştı ilk kez 1984 yılında ve peşimi bırakmadan birkaç ay içinde de yazdırıp yayımlamıştı, nasıl unuturum. Milliyet Yayınları'nın yöneticisiydi ve yazarlarla ilgili, gülmece ağırlıklı bir anılar dizisi yayımlıyorlardı anımsadığım kadarıyla. Tam on yıl sonra gene Yalvaç Ural, bir sabah telefon etti eve ve hemen bir araba gönderip beni aldırtacaklarını, Milliyet Gazatesi Genel Müdür Yardımcısı Yalçın Balcı 'nın ''bir kitap yayını'' konusunda benimle görüşmek istediğini söyledi, uygun olup olmadığımı sormaya bile gerek görmeden tipik bir Yalvaç Ural tez canlılığıyla. 1994'ün ilkyazı, haziran ayı olmalı.

Kitap yayını ile ilgili yeni bir deneme yapıyorlarmış. Duygu Asena 'nın dergi yazılarını toplayıp hazırladıkları bir kitabı rotatifte basarak maliyetini düşürüp çok ucuz bir fiyatla gazete bayilerinde satışa sunmuşlar ve bir hafta on gün gibi kısa bir sürede tam 50 bin adet satmışlar. Sürdürmek istiyorlarmış bu denemelerini.

Kanlı Sıvas olaylarının acısının henüz sıcak olduğu günlerdi. Üstelik, Nusret Demiral adındaki DGM savcısı, kaldıkları oteli benzin döküp çıra gibi tutuşturarak 37 insanı diri diri yakan canilerin yargılandığı davada Aziz Nesin'in de, kendisini yakmaya kalkışan bu yobazları konuşmalarıyla kışkırttığı suçlamasıyla yargılanıp, asılarak cezalandırılmasını istiyordu. Bu yüzden, gazeteler, televizyonlar Aziz Nesin'le ilgili haberlerden, yorumlardan geçilmiyordu. Hele hele şeriatçı gazeteler... Aziz Nesin'i bir an önce astırtabilmek için kendilerinden geçmişler, sözcüğün tam anlamıyla ''gulu gulu dansı yapıyorlardı'' Necmettin Erbakan 'ın deyimiyle. İşte bu nedenle, Aziz Nesin'den de bir kitap yayımlamayı düşünmüşler önce. Yalvaç Ural, ''Çağımızın Nasrettin Hocası: Aziz Nesin'' adlı kitabımı anımsayıp yeniden basılmasını önermiş hemen. Acele bir adet buldurtmuşlar Yalçın Balcı'nın da okuması için ve ertesi sabah basılmasına karar verip, Sıvas olaylarıyla ilgili bir bölüm de ekleyerek kitabı güncelleştirmem için bana telefon etmişler. Kitabı 200 bin adet basacaklar ve Türkiye'de belki ilk kez bütün gazete bayilerinde, tütüncülerde, bakkallarda, istasyon büfelerinde, kitapçılarda satışa sunacaklardı. Güler yüzlü, sevecen, insancıl, mizahçı Aziz Nesin'i anlatan bir kitabın da, onu bir an önce astırtabilmek için gulu gulu dansı yapan şeriatçı gezetelerle birlikte aynı büfede, aynı tezgâhta yan yana satılması... Gerçekten heyecan verici bir projeydi benim için.

''Tek koşulum, Aziz Bey'in olur vermesidir'' demiş, hemen kabul

 

Cumhuriyet 09.07.2005 
Yobazların hedefi Aziz Nesin

 

Telefon edip Aziz Bey'in evde olduğunu öğrenir öğrenmez de Yalçın Balcı, Yalvaç Ural ve dizinin tasarımı ile tanıtımını yürüten Bahadır Zaimoğlu , hep birlikte bir arabaya doluşmuş evine gitmiştik.

Hani, bu olaylardan şuncacık bir tedirginlik duysun... Tövbe... Öylesine neşeliydi ki Aziz Nesin.. ''Asarlar... Asarlar...'' deyip kahkahayı patlatıyor ve sürekli gırgır geçiyordu savcıyla. Nitekim, bu gırgır arasında da, ''Sahi... Kitabın adı da 'Asılacak Adam Aziz Nesin' olsun'' demiş, kitabın adını da kendisi koymuştu zaten. Fakat şeriatçıların amacı Aziz Nesin'i, galiba geride cesedinin de kalmaması için, asmak değil yakmakmış, ama ne acıdır ki bu uğurda tam 37 canı diri diri yaktıkları halde, sanki bir göksel güç son anda onu alıvermişti ellerinden... Yani, Aziz Nesin'i Sıvas'ta da yakamamışlardı ve bu nedenle kitabın adı aslında ''Asılacak Adam'' d eğil, ''Yakılacak Adam'' olmalıydı.

Gerçi, Sıvas olayı Aziz Nesin'i ortadan kaldırmak için kurulmuş tuzakların belki en örgütlüsü ve en yetkinidir, ama kesinlikle ne ilk tuzak ne de ilk ''yargısız infaz'' girişimiydi, bilindiği gibi. Örneğin, askerlikten ayrılıp Babıâli'ye ayak bastığı yıl 1945'te yayımlanan topu topu 16 sayfa (bir formacık) ''Parti Kurmak, Parti Vurmak'' adlı kitapçığından dolayı dikkatleri üstüne çekmişti ve daha 1946 Komünist Tevkifatı'nda bir oldubittiye getirilip o da gözaltına alınmıştı hemen. Aynı yıl Marko Paşa'da yayımlanan bir yazısından dolayı da 1947'de 10 ay hapis 4.5 ay sürgün cezasına çarptırılmıştı. Sürgünden döndükten sonra 1948'de de ''Azizname'' adlı kitabından dolayı, sonuçta aklanmasına karşın tam 4 ay tutuklu olarak yargılanmıştı. 1949 yılında ise, ilginçtir, bu kez İngiltere Kraliçesi Elizabeth , İran Şahı Rıza Pehlevi ve Mısır Kralı Faruk bir yazısında kendilerini küçük düşürdüğü suçlamasıyla birlikte dava açmışlar ve Kral Faruk ile İran Şahı için de üçer ay hapis yatmıştı.

10 YILININ 6 YILI HAPİSTE GEÇTİ

1955'te de, İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Nurettin Aknoz Paşa'nın ''Eminönü alanında darağaçlarında sallandırılmaları'' buyruğuyla, bir grup solcu arkadaşıyla birlikte 6-7 Eylül olaylarının sanığı olarak tutuklanmıştır. 12 Eylül döneminde de, bir kez Çatalca otobüs garajında, bir kez Vakıf'ın girişinde uzaktan kurşunlanmış ve kılpayı kurtulmuştur bu tuzaklardan. Bir gece de, içerde uyuyor sanılarak Vakıf'taki odası basılmıştır. Görüldüğü gibi, yazarlık yaşamının daha ilk gününden dertten kurtulmamıştır başı. Defalarca gözaltına alınmış, polis hücrelerinde emniyet müdürlerince tokatlanarak günlerce sorgulanmış, genellikle de tutuklu olarak yargılanmıştır. Yazarlık yaşamının ilk on yılının beş buçuk yılını hapiste geçirmiş, hapishane hapishane süründürülmüştür.

Uzun yıllar pasaport verilmemiş, verildikten sonra da yurda her dönüşünde elinden tekrar alınmıştır sanki. Suçu ise, düzeni gülmeceye alarak iğnelemesi ve eleştirmesidir, hiç kuşku yok ki... Bilindiği gibi, divan şiirindeki hiciv ile halk şiirindeki taşlama dışında, Nasrettin Hoca, İncili Çavuş, Bektaşi fıkraları ya da Keloğlan masalları şeklindeki gülmece edebiyatı, sözlü gelenektir bizde. Yani, yazılı gülmece edebiyatı da Cumhuriyet'le başlamıştır. Ama, ilk yıllardaki bu edebiyat, ya sözlü geleneğin yazıya geçirilmesi şeklindedir ya da Ercüment Ekrem Talû 'nun ''Meşhedi Hikâyeleri'' ile Yusuf Ziya ve Orhan Seyfi 'nin ''Akbaba'' dergisindeki fıkralar, öykücükler şeklinde suya sabuna dokunmayan, kesinlikle siyasal olmayan evcil yergilerdir. Yazınsal estetik açısından da pek endişeleri olmayan bu ürünlerin tek amacı, okuru güldürmektir.

 

Cumhuriyet 09.07.2005 
Gülmece edebiyatının kılıç kalemli yazarı

Aziz Nesin'in amacı kesinlikle okuru salt güldürmek değil, gülmece öyküleriyle güldürürken, toplumsal ve siyasal konulara dikkatini çekerek onu düşündürmektir asıl. Nitekim, yalnız gülmece öyküsü veya romanı yazmakla da yetinmemiştir bu nedenle. Köşe yazıları yazmıştır, gazetecilik yapmıştır, gazete-dergi çıkarmıştır. Oyunlar yazmıştır. Senaristtir, skeç yazarıdır. Şairdir, yani heccavdır, taşlamacıdır. Gerekince, kalemini kılıç gibi kullanmasını da çok iyi bilen bir yazı savaşçısıdır aynı zamanda. Zaten yazarlığa da 1945 yılında Tan gazetesinde köşe yazıları yazarak (muharrir) ve radyo haberlerini dinleyip haber yaparak (muhabir) olarak başlamıştır. Öyle ki, 1958 yılında tam 4 gazetede birden, Akşam, Ulus, Yeni Gazete ve Demokrat İzmir'de aynı anda köşe yazarlığı yapmıştır. Yazarlığının daha ilk gününden itibaren başının iktidarla derde girmesi de, hiç kuşku yok ki gülmece öykülerini evcillikten kurtarıp, toplumsal ve siyasal düzeni gülmeceleştirerek ele alıp eleştiren bu yeni anlayış yüzünden olsa gerektir. Kısacası, Aziz Nesin aynı zamanda çağdaş gülmece edebiyatımızın da kurucusudur. Şeriatçılar 1993 yılında Sıvas'ta Aziz Nesin'i de yakmaya, kuşkusuz gülmece edebiyatımıza kazandırdığı bu yeni anlayış yüzünden kalkışmamışlardır elbette.

SÜRECEK

 

 Cumhuriyet 10.07.2005

Laiklik için Donkişotça savaştı

Aziz Nesin'in bu yobazlara göre cayır cayır yakılmasını gerektiren suçu ne gülmece yazarlığıdır, ne keskin dilli oluşudur, ne gözünü daldan budaktan esirgemez örgütçü aydın kişiliği ve ne de solculuğudur aslında. Suçu, ateist olduğunu ilk kez yüksek sesle söylemesi ve ateistlerin haklarını yüksek sesle savunan ülkemizdeki ilk kişi oluşudur, hiç kuşku yok ki. İnsanın kendi gerçeğinin bilincine ancak dinsel tabulardan da arınarak din eleştirisiyle kavuşabileceğini, din eleştirisini yapamamış bir toplumun çağdaşlaşabilmesinin olanaksızlığını açık açık dille getirmesidir. Gerektiğinde İslamiyeti eleştirmekten bile çekinmemesidir. Örneğin, demokratikleşebilmenin ancak laik düzenle sağlanacağını çok iyi bildiğinden TCK'deki 163. maddenin kaldırılmaması için sözcüğün tam anlamıyla Donkişotça savaşım vermesidir. 12 Eylül döneminde bile, bir yandan kelle koltukta kapı kapı dolaşarak arkadaşlarıyla ''özgürlük dilekçeleri'' , ''hak dilekçeleri'' hazırlarken, bir yandan da ''inanç özgürlüğünün'' salt tek tanrılı dinlere özgü bir hak olmadığını vurgulayarak, komünistlerin ve ateistlerin de örgütlenmeleri için ''demokrasi platformları'' oluşturmaya çalışmasıdır. ''Köktendincilik'' üzerine uluslararası seminerler düzenlemeye kalkışmasıdır. Aziz Nesin, tam anlamıyla bir entelektüeldi gerçekten de. Her gün biraz daha postmodernleşen bu dünyada doğru bulduğu, güzel bulduğu, doğru ve güzel olduğuna inandığı her şeyi, gözünü daldan budaktan sakınmadan ve şuncacık bir parçasını kendisine saklamadan halkına yüksek sesle duyuran çağımıza yakışır bir modern aydındı. Sürekli de, yaptıklarıyla yetinmez daha güzeli, daha doğruyu arardı. Öykü ve romanlarını bile, nice beğenilmiş, alkışlanmış, hatta birkaç baskı da yapmış olsa, biraz kusurlu bulunca, gözünü kırpmadan değiştiriverirdi hemen. Örneğin, 1957 yılında çıkmış ''Gol Kralı Sait Hopsayit'' adlı romanının ilk baskısı nice önce tükendiği halde, artık beğenmediği için dokuz yıl sonra 1966'da bile basmak isteyen yayımcısına ''Gözden geçireceğim'' diyerek izin vermemiş ve üzerinde tekrar çalışarak ancak 1970 yılında ''Gol Kralı'' adıyla yeniden yayımlatmıştır. Ne var ki, bu yeni şeklini de beğenmediği için, 90'lı yıllarda bile ''İçime sinmiyor, yeni baştan yazacağım bunu'' derdi sık sık. Gene, ''Güvercin Kakaları'' adlı öyküsünü de, yıllar sonra ''Bu öykü bu haliyle rezalet. Nasıl olmuş da beğenip yayımlamışım?'' diyerek beğenmemiş, yeni baştan yazmıştı üstelik bu kez ''Tebelleş'' adıyla. İlginçtir, öykünün bu şekliyle yayımlanmasından tam 5 yıl sonra bir gün Çatalca'da karşılaştığı bir okuru sevinçle boynuna sarılıp, öykülerini çok beğendiğini, hele hele yıllar önce okuduğu ''Güvercin Kakaları'' adlı öyküsünü hâlâ unutamadığını söylediği halde, öyküyü daha sonraki yıllarda da ''Tebelleş'' adıyla ve bu yeni şekliyle yayımlamayı sürdürmüştür ilk şeklini beğenmediği için. Gene, belki yazar olarak adını bile daha önce duymadığı Salman Rüştü' nün ''Şeytan Ayetleri'' adlı romanını da, salt düşünceyi açıklama özgürlüğünü savunmak için cebinden ücretini ödeyerek Türkçeye çevirtip, yayımlatmaya çalışmıştı. Yani, bu yobazların asıl amacının, Aziz Nesin'i yalnız ortadan kaldırmak değil, özgürlük ve demokrasi adına kellesini koparsan ilkelerinden ödün vermeyen, halkının mutlu yarınlara ancak laik ve sosyalist bir düzenle kavuşabileceğine yürekten inanan bu kişiliğinden dolayı Sıvas'ta 37 yoldaşıyla birlikte, geride bir mezarı bile kalmamacasına cayır cayır yakarak kül etmek olduğundan galiba gerçekten kuşku duyulmasa gerektir...

Cumhuriyet 10.07.2005

Yayıncıyla ilginç diyalog

Ogün topluca evine gittiğimizde de, oluru almış söyleşirken Yalçın Balcı' nın, damdan düşercesine yaptığı, ''Bütün kitaplarınızı A.D. Yayıncılık olarak rotatifle elli bin, yüz bin basıp, bütün ülkede kitapçılarla birlikte gazete bayilerinde, tütüncülerde satışa sunalım, şayet anlaşırsak da hemen yarın size birkaç milyar lira avans verelim'' şeklindeki oldukça çekici önerisi karşısında da, gerçekten bir an bile duraksamamış, sadece ''Yayımcımdan memnunum'' demişti Aziz Bey. Yalçın Balcı, yayıncısının kitaplarını olsa olsa en çok üç beş bin adet basabileceğini, dolayısıyla aldığı paranın da bu rakamlara göre belirleneceğini, oysa kendilerinin yüz bin basacağını söyleyip yineleyerek, üstelik verilecek avansın miktarını da habire arttırıp diretmiş de diretmişti ama, olanaksız caydıramamıştı Aziz Bey'i. ''Yayımcımdan memnunum'' demiş, başka bir şey dememişti doğrusu. Lakin, gene de bu parlak önerinin etkisinde kalmış ki demek; ''Hazırlamakta olduğum yeni bir kitabım var, isterseniz onu da size vereyim öyleyse'' demişti en sonunda, sanki biraz da bunca ısrara daha fazla dayanamamış gibi. Ne ki, hemen ardından da; ''Ama bu kitabım üç beş binden fazla satmaz, sakın ola ki yüz bin filan basmaya kalkmayasınız ha...'' diye eklemişti bilgiç bilgiç. Yalçın Balcı, ''Niçin? Nereden biliyorsunuz satmayacağını daha yayımlanmadan?'' diye sorunca da biraz öfkeli öfkeli;

''Bir öykü kitabı filan değil ki... Gazetelerde, dergilerde çıkmış yazılarımı topladım. Çıkmış yazılardan oluşan kitaplar pek fazla satmaz'' diye açıklamalarda bulunmuştu. ''Lütfen... Bari işimize karışmayın Aziz Bey'' demişti Yalçın Balcı, gene öfkeli öfkeli. ''Kitap satmak bizim işimiz. Hangi kitabın satıp, hangi kitabın satmayacağına biz karar veririz, siz ne karışıyorsunuz?'' Ama, Aziz Bey de artık sinirlenmeye başlamıştı, nasıl unuturum?

''Yahu... Benden iyi mi bileceksiniz?..'' demişti dikleşerek. ''Bunca yıldır sakalı Babıâli'de ağarttık, hangi kitabın satıp hangi kitabın satmayacağını benden daha iyi mi bileceksiniz? Bu tür kitaplar satmaz işte... Çıkmış yazıların derlendiği deneme kitapları, taş çatlasa üç beş bin satar ancak bu ülkede...''

Nitekim, kitabını birkaç yüz bin basacaklarına aklı iyice yatmış demek, gerçekten A.D. Yayınları arasında ertesi yıl 1995 yazı sonunda, Aziz Nesin'in böyle gazete ve dergilerde çıkmış yazılarından derlendiği bir kitabı değil, ''Aziz Nesin'in Aziz Nesin'den Seçtikleri'' alt başlığıyla ''Sizin Memlekette Eşek Yok mu?'' adıyla öykülerinden seçtiği bir öykü kitabı yayımlanmıştı ve birkaç ay gibi kısa bir sürede tam 250 bin adet satmıştı.

 

 Cumhuriyet 10.07.2005

Menderes döneminde iktidarla iyi geçinen yazarlar onore edilirken hükümeti eleştirenlere hayat zindan ediliyordu

Aziz Nesin boyun eğmedi

Amatör yazar coşkusuyla öykülerini yayımlamak için yayınevi kurmak veya edebiyat anlayışını kamuoyuna tanıtlamak tutkusuna kapılıp dergi çıkarmaya kalkışmak şöyle dursun, geçimini sağlamak amacıyla yayıncılık yapan ilk yazarımız da Aziz Nesin'dir, galiba. Çünkü, yazarların telif ücretleriyle karınlarını doyurabilmeleri o günlerde de olanaksızdır... Edebiyatçılar için yapılabilecek tek yan iş ise gene gazeteciliktir. Fakat, bir gazetede iş bulabilmek de, tıpkı bugünkü gibi iktidarların iznine bağlıdır. 1952'lerde Aziz Nesin'in Akbaba'da takma adlarla yazabilmesi için Yusuf Ziya Ortaç, önce İstanbul valisinden, ardından da Başbakan Menderes'ten izin almış.

İlginçtir, edebiyat dünyamızda yazarlarımızın geçim için yayıncılık yapma geleneğini ilk başlatan yazar da galiba Aziz Nesin'dir. Gerçi, yayıncılığın ülkemizde hâlâ büyük sermaye için çekici, kârlı bir iş sayılmaması yüzünden yazarlarımızın özellikle ilk kitaplarını kendi olanaklarıyla yayımlamaları geleneği de oldukça eskidir.

Hatta arkadaş gruplarının bir araya gelip biriktirdikleri cep harçlıklarıyla yayınevi kurmalarının geçmişi, günümüze ulaşmış belgelerden çıkarabildiğimiz kadarıyla, ta 19. yüzyılın sonlarına kadar da inmektedir. Örneğin, Hüseyin Cahit Yalçın , Edebiyat Anıları'nda, Serveti Fünun dergisinde çıkan şiirlerini, öykülerini kitap halinde yayımlayabilmek için arkadaşlarına ''Edebiyat-ı Cedide Kütüphanesi'' adı altında bir yayınevi kurmalarını önerdiği zaman, bu buluşunu Tevfik Fikret ve Mehmet Rauf 'un coşkuyla karşıladıklarını yazmaktadır. Nitekim, Edebiyat-ı Cedide Kütüphanesi 1899 yılında, Hüseyin Cahit'in Serveti Fünun dergisinde yayımlanmış öykülerinden derlediği ''Hayat-ı Muhayyel'' i ilk kitap olarak çıkarmıştır. İkinci kitap ise 1900'de çıkan Tevfik Fikret'in ''Rubab-ı Şikeste'' sidir (Kırık Saz). Hüseyin Cahit, anılarında bu olayı anlatırken de, ''Hayat-ı Muhayyel'in satışından biriken parayı Fikret'e ödünç verdim. O da Rubab-ı Şikeste'yi bastırdı. O daha çok satıldı. Artık bütün güçlük yenilmişti. Arkadaşlara da yüreklilik geldi ve yayınlar birbirini izlemeye başladı'' diye yazmaktadır.

 

MATBAALAR KURAN BASIYOR

Gerçekten de, ilk kitabını nafakasından keserek çıkarmamış yazar sayısı, sanırız iki elin parmaklarını bile doldurmasa gerektir edebiyatımızda. İkinci Meşrutiyet'in ilanının ardından, 1909 yılında İstanbul'da genellikle Ermenilerin ve Acemlerin sahip olduğu tam 90 matbaa ve 128 kütüphane (yayınevi) kurulmuşsa da, bunlar dini kitaplar yayımlamaktadırlar daha çok. Çünkü, o tarihe kadar hem bütün kitaplar ''Tabıhane-i Amire'' denilen devlet matbaasında basılmaktadır, hem 1859'dan beri de dışarda basılmış Kuranların, Şiilerce değiştirildiği suçlamasıyla Osmanlı topraklarına sokulması yasaklanmıştır. Bu yasak önce İran'dan getirilen Kuranlar için uygulanırken, zamanla daha da genişletilmiş ve Kazan'da, hatta Kahire'de, El Ezher'de basılmış Kuranlar bile sokulmaz olmuştur. Öyle ki, Tabıhane-i Amire'de bastırılacak Kuranların denetlenmesi için de ''Tedkik-i Mushaf-ı Şerif'' adıyla bir komisyon bile kurulmuştur. Sık sık da arama yapılmakta ve yurda kaçak girmiş Kuranlar toplatılıp yakılmaktadır. Sultan II. Abdülhamid' in tahttan indirilmesinin gerekçeleri arasında ''Şiilerce bastırılmış veya hatalı da olsa bir Kuran'ın yakılmasına izin vermesi'' de suçlarından biri olarak gösterilmiştir. Yani, 1909'larda da gerek matbaalar, gerekse kütüphaneler için Kuran bastırmak kârlı bir iştir.

ÖĞRETMENLER YAYINEVİNDE

1919'lardan sonra ise, Muallim Ahmet Halit Kitabevi vb. şeklindeki adlarından da anlaşılacağı gibi, yayınevlerini de artık muallimler (öğretmenler) kurmaktadırlar sanki. Edebiyat-ı Cedide'ciler gibi, genç yazarların çıkardığı dergilerin zamanla kitap yayımına başlayarak bir ''yayınevi'' haline dönüşmesi geleneği Cumhuriyet döneminde de sürdürülmüştür kuşkusuz. Üstelik, hem siyasal koşullardaki, hem baskı tekniklerindeki gelişmelerle yayımlanan dergi sayısı da artmıştır, doğal olarak.

Örneğin, 19. yüzyılda sadece tek dergi, Serveti Fünun, İkinci Meşrutiyet döneminde de Ömer Seyfettin ''Genç Kalemler'' i ile Yusuf Akçura 'nın ''Türk Yurdu'' yayımlanmışken, Mütareke yıllarında bile 4 yeni dergi çıkmıştır birden. Gerçi bu sayı, Rauf Mutluay hocanın saptamalarına göre Cumhuriyetin ilk yıllarında, kültür devrimi ve abecenin değişmesi gibi nedenlerle yeniden ikiye inmişse de, yayımlanan dergi sayısı 1930-40 arasında 14'e; 1940-50 arasında 17'ye; 1950-60 arasında 20'ye, 1960-70 arasında da 24'e kadar çıkmıştır. Gerçekten de, dergi çıkarmamış yazarımız hiç yok gibidir sanki. Örneğin, Necip Fazıl Kısakürek 1936'da Ağaç'ı, 1943'te Büyük Doğu'yu; Orhan Seyfi Orhon 1927'de Güneş'i, 1941'de Çınaraltı'nı; Kenan Hulusi 1928'de Meşale'yi; Orhan Veli 1949'da Yaprak'ı, Behçet Kemal Çağlar Şadırvan'ı; Edip Cansever 1951'de Nokta'yı; Vedat Günyol, Orhan Burian' la birlikte 1952'de önce Ufuklar, sonra Yeni Ufuklar'ı; Peyami Safa 1953'te Türk Düşüncesi'ni; Memet Fuat 1964'te Yeni Dergi'yi çıkarmıştır. Bu dergilerden kimileri de yazarlarının ürünlerini kitaplaştırmak için zamanla yayınevi haline dönüşmüştür, bilindiği gibi.

Örneğin, genç şair Yaşar Nabi' nin, arkadaşları Sabri Esat ve Nahit Sırrı ile birlikte Cumhuriyetin onuncu yılında Atatürk devrimlerine katkıda bulunmak amacıyla çıkarmaya başladığı ve daha sonra tek başına sürdürdüğü Varlık dergisi, 1946 yılında Cahit Sıtkı Tarancı 'nın CHP ödülünü kazanması üzerine ''Otuzbeş Yaş'' adlı şiir kitabını çıkararak yayımcılığa da başlamış ve zamanla ülkenin önemli yayınevlerinden biri olmuştur. Gene, CHP'nin 1938 yılında açtığı öykü yarışmasında birincilik ödülünü kazanmış Salim Şengil 'in hem 1947'de çıkarmaya başladığı Seçilmiş Hikâyeler hem de 1957'de çıkarmaya başladığı Dost dergileri; Hüsamettin Bozok 'un 1950'de yayımlamağa başladığı Yeditepe ve Naim Tirali' nin 1952'de çıkarmaya başladığı Yenilik dergileri de, bilindiği gibi yazarlarının ürünlerini de kitaplaştıran yayınevleri haline dönmüşlerdir zamanla.

TEK YAZARLIK YETMİYOR

Ne var ki, amatör yazar coşkusuyla öykülerini yayımlamak için yayınevi kurmak veya edebiyat anlayışını kamuoyuna tanıtlamak tutkusuna kapılıp dergi çıkarmaya kalkışmak şöyle dursun, salt para kazanmak, geçimini sağlamak amacıyla yayıncılık yapan ilk yazarınız da Aziz Nesin'dir, galiba. Çünkü, yazarların telif ücretleriyle çoluk çocuklarının nafakalarını sağlamaları, hatta karınlarını doyurabilmeleri o günlerde de kuşkusuz olanaksızdır... Edebiyatçılar için yapılabilecek tek yan iş ise, gene gazeteciliktir. Fakat, bir gazetede iş bulabilmek de, tıpkı bugünkü gibi iktidarların iznine bağlıdır, kişinin hükümetin şimşeğini üzerine çekmemiş olması gerekmektedir. Örneğin, 1952'lerde bile Aziz Nesin'in Akbaba'da takma adlarla gülmece öyküleri yazabilmesi için Yusuf Ziya Ortaç , önce İstanbul valisine, ardından Başbakan Menderes 'e telefon ederek haber verip izin almıştır, anılarında anlattığına göre. İktidarların dümen suyundaki yazarlara gazetecilik dışında, milletvekilliği, Anadolu Ajansı'nda, Basın Yayın'da genel müdürlük, yönetim kurulu üyeliği, yurtdışında ataşelik, eğitim müfettişliği, büyükelçilik gibi olanaklar da sunulmaktadır elbette. Örneğin, Yahya Kemal ile Yakup Kadri büyükelçi yapılmıştır. Reşat Nuri ve Cahit Külebi uzun yıllar yurtdışında eğitim müfettişi olarak görevlendirilmişlerdir. Hüseyin Rahmi, Sadri Ertem, Halide Edip, Aka Gündüz, Memduh Şevket, Faruk Nafiz, Orhan Seyfi, Yusuf Ziya, Ahmet Kutsi, Kemalettin Kamu, İbrahim Alaattin, Samet Ağaoğlu vb. kâh o partiden kâh bu partiden değişik dönemlerde milletvekili seçilmişler, sıcak sudan soğuk suya sokmamışlardır ellerini. Oysa, aynı günlerde iktidarların dümen suyuna girmeyen yazarlara sözcüğün tam anlamıyla zindan edilmektedir dünya, bilindiği gibi. Örneğin, Nâzım Hikmet, Orhan Kemal, Kemal Tahir hapishane hapishane süründürülmüştür yıllarca. Sait Faik 'in bile, daha sonra ''Birtakım İnsanlar'' adıyla yayımlanan, ''Medar-ı Maişet Motoru'' adlı romanı komünizm propagandası yapmakla suçlanıp toplatılmıştır. Aziz Nesin'in neredeyse bütün ömrü, iktidar sözcülerince daha çıktığı günden itibaren Meclis kürsülerinden lanetlenmiş ve çoğu sayısına basımevindeyken el konulmuş, Sabahattin Ali ile birlikte çıkardıkları ''Marko Paşa'' gazetesindeki yazılarından dolayı ya polisten kaçmakla, ya emniyet müdürlüklerinde, karakollarda, veya tutukevlerinde geçmektedir. Sabahattin Ali barbarca bir cinayetle kim vurduya getirilip öldürülmüştür tam o günlerde.

Cumhuriyet 10.07.2005

YAYINCILAR CESARET EDEMEDİ

'Geriye Kalan'ı borç harçla bastırdı

1946'lardan sonra ülkenin üstüne karabasan gibi çökmüş Soğuk Savaş'ın da gizli yönergeleriyle, artık İstanbul'da oturmalarına bile izin verilmeyip köşe bucak sürülürlerken, bir yandan da sinsice yöntemlerle kitaplarının basılması yasaklanan, hiçbir yayınevinin kitaplarını yayımlamaya cesaret edemediği ilerici yazarların ensesinde gerçekten boza pişirilmektedir. Bu nedenle, 1945-46'larda yayımlanmış bir iki broşürü saymazsak, Aziz Nesin de ''Geriye Kalan'' adlı ilk kitabını 1948 yılında çaresiz kendisi bastırmıştır borç harçla. Ama ne dağıtabilmiştir ne de bir gazetede ilanını yayımlatarak okurlara duyurabilmiştir. Kemal Tahir de kendisi gibidir. 1950 affıyla güya özgürlüğe kavuşmuştur, ama o tarihe kadar gazetelerde takma adlarla tefrika edildiği zaman büyük yankılar uyandırmış öykü ve romanlarını yayımlatacak yayınevi bulamamaktadır. Çaresiz, dostu Asaf Ertekin 'in İstanbul Matbaası'nda ''Martı Yayınları'' adıyla borç harç yayımlamaya çalışmaktadır kitaplarını. Gerçi 1955'lerde Yusuf Ziya Ortaç, Akbaba dergisi adına kitaplarını yayımlamaya başlamamış da değildir Aziz Nesin'in. Ama, ola ki hem gene Başbakan Menderes'ten izin almış olmasının sinsi baskısından, galiba hem de aldığı ücretten memnun değildir. Çünkü, daha yayımlanan ilk kitapları ''İt Kuyruğu'' , ''Yepetaş / Yedek Parça'' , ''Kadın Olan Erkeğin Hatıraları'' okurların büyük ilgisiyle karşılanıp kısa sürede yeni baskılar yapmıştır. Hemen ardından da ''Yepetaş'' taki ''Fil Hamdi'' adlı öyküsüyle İtalya'da 1956 Uluslararası Altın Palmiye Gülmece Ödülü'nü kazanınca, fırsat bu fırsattır deyip Kemal Tahir'le el ele vererek ''Düşün Yayınevi'' adıyla, hem kendilerinin hem başkalarının kitaplarını yayımlamak üzere bir yayınevi kurmuşlardır birlikte. Gerçekten, Düşün Yayınevi anımsadığım kadarıyla Orhan Kemal 'in, Cevdet Kudret' in, galiba Orhan Duru 'nun da kitabını yayımlamıştır. Ancak, 1958 yılında Aziz Nesin, artık her nedense yayınevini Kemal Tahir'e bırakarak ortaklıktan ayrılmış, bu kez İlhan Selçuk ve Turhan Selçuk kardeşlerle ''Karikatür Yayınevi'' adıyla yeni bir yayınevi kurmuştur ama.

http://www.cumhuriyet.com/cumhuriyet/m/c09.html

 

Cumhuriyet 11.07.2005



Aziz Nesin, satmayacağını bile bile mektuplar, anılar, günlükler yayımlamak üzere Düşün Yayınevi'ni kurmuştu

Yayıncılığı ticari olarak görmedi

İlginçtir, başka yazarlarımız da geçinmek için yayıncılık yapmaya başlamışlardır. Örneğin, Şükran Kurdakul önce Taksim Gümüşsuyu'nda bir kitabevi açmış ve Yelken dergisini yönetmeye başlamış, 1958 yılında da Ataç Yayınevi'ni kurmuştur. 27 Mayıs 1960 devriminden sonra ise kuşkusuz 1961 Anayasası'nın da yüreklendirmesiyle, yayınevi sayısı birden çoğalmaya başlamıştır. Örneğin Gün, Sol, Ağaoğlu, Sosyal, Cem, May vb. gibi o günlerde kurulan birçok yayınevinin yanı sıra, anımsadığım kadarıyla Vedat Günyol Çan Yayınları adı altında kitap yayımına başlarken, 1960'ta Memet Fuat De Yayınevi'ni; 1964'te Remzi İnanç Toplum Yayınevi'ni; 1965'te Fethi Naci Gerçek Yayınevi'ni; 1966'da Kemal Demirel Yankı Yayınevi'ni, Bülent Habora Habora Yayınevi'ni; 1967'de Yaşar Kemal , önce Doğan Özgüden ile birlikte Ant Yayınevi'ni, bir süre sonra bu kez bir hemşerisiyle Ararat Yayınevi'ni, 1980'lerde oğlu Raşit Gökçeli ile Toros Yayınevi'ni; 1968'de Cengiz Tuncer, Aydın Emeç 'le E Yayınevi'ni; gene o günlerde Orhan Kemal, Nurer Uğurlu ile, adının ilk harflerinden ad yaparak OK Yayınevi'ni; 1970'te Hayati Asılyazıcı Sinan Yayınevi'ni; 1971'de Günel Altıntaş Soyut Yayınevi'ni; 1975'te Tarık Dursun K. Koza Yayıevi'ni; 1977'de Ferit Edgü Ada Yayınevi'ni, Necati Tosuner Derinlik Yayınevi'ni, Afşar Timuçin Kavram Yayınevi'ni kurmuşlardır saptayabildiğim kadarıyla. Ama ne ilginçtir ki, Aziz Nesin 'in İlhan Selçuk ve Turhan Selçuk 'la ortaklaşa kurdukları Karikatür Yayınevi de, görünmez güçlerce 1963 yılı Şubatı'nda bir pazar günü kundaklanıp, faili meçhul bir yangınla tam 110 bin kitapları yakılarak sona erdirilmiştir. Bu olayın ardından Aziz Nesin Bilgi Yayınevi'yle anlaşmışsa da, anımsadığım kadarıyla çok sürmemiştir bu işbirliği ve 1965'lerde kitaplarını gene Düşün Yayınevi adına kendisi yayımlamaya başlamıştır.

BU ADAMA DAYANAMIYORUM

Ancak, kısa bir süre sonra Tekin Yayınevi ile, bir çeşit ortaklık şeklinde çok özel koşullar içeren bir anlaşma yaparak yayımcılığa ara vermiştir gene. Ne var ki, ''Yaşasın Aziz Nesin'' adlı anılarımda ''Aziz Nesin Çok İyi Bir Savunman Olduğuna da İnanırdı'' başlıklı bölümde de anlattığım gibi, 1978 yılı sonlarında birden ''Bu adama daha fazla dayanamayacağım'' diyerek anlaşmayı bozmuş ve bütün kitaplarını çekip almıştı. Yayınevi sahibi ise, Aziz Bey'in bu öfkesinin nedenini bir türlü kavrayamadığından, ne zaman karşılaşsak hemen bu konuyu açıyor ve aracı olmamı, barıştırmamı istiyordu benden. Aslında Aziz Bey de, gördüğüm kadarıyla zor durumdaydı. Güya bu amaçla ortak olduğu Cem-May Dağıtım Şirketi'nin bir odasında kitaplarını gene kendisi yayımlayacaktı, ama bu işlere ayıracak zamanı yoktu kesinlikle.

PARASI PULU KENDİSİNİN OLSUN

Dolayısıyla barışmasını, çıkarları açısından ben de en iyi çözüm olarak görüyordum. Fakat, Nuh diyor, peygamber demiyordu. ''Bu işten büyük zarara uğradığımı ben de biliyorum Demirtaş'' diyordu. ''Ama dayanamıyorum bu adama.'' Anlattığına göre, 1978 sonbaharında sahnelenen ''Toros Canavarı'' adlı oyununun galasına kendisini Üsküp'e çağırmışlar yayınevi aracılığıyla. Bu çağrıyı öğrenen Yugoslav göçmeni yayınevi sahibi, ''Aziz Ağbi, otomobilimle ben götüreyim sizi, birlikte gidelim'' deyince de, hiç kuşku yok, hem otobüs yerine otomobille gideceğini, hem yol parasından kurtulacağını hem de kendisine bedava Sırpça dilmaçlık yapacağını düşünerek mutlaka, önerisini kabul etmiş hemen. Doğal olarak galaya da birlikte gitmişler. Oyun Türkçe oynanıyormuş zaten ve seyircilerin de tamamı Türk'müş. Ama, oyun bittikten sonra sahneye de kendisiyle birlikte çıkmış yayıncı. Seyircilerin oyunla ilgili Türkçe sorularını yanıtlarken de hemen atılıp Aziz Bey'in sözünü keserek, ''Yani Aziz Bey demek istiyor ki...'' diye başlıyormuş hemen. Bir... Üç... Beş... ''Yaptığı kabalığın bile farkında değildi cahil herif. Düşünsene, ben derdimi Türkçe anlatamıyorum, o cahil anlatıyor. Parası da kendinin olsun, pulu da... Görmeye bile dayanamıyorum'' demişti Aziz Bey.

Kısa süre sonra da Adam Yayınevi'yle anlaşmıştı ve gerek bütün kitaplarını hemen yayımlattığı, gerekse telif ücretini düzenli biçimde ödediği için yayınevinin sahibi Nazar Büyüm 'den de hep sevgiyle söz ederdi.

Ne var ki, aynı günlerde gene Düşün Yayınevi'ni kurdu yeniden, ama sanırım bu kez oğlu Ahmet Nesin 'in adına. Üstelik satmayacağını bile bile, ünlü yabancı yazarların, eşlerinin, sanatçıların ülkemizdeki herhangi bir yayınevinin kesinlikle yayımlamayacağı mektuplarını, anılarını, notlarını, günlüklerini yayımlamak üzere...

Yayıncılığı da, kesinlikle salt ticari bir iş değil, yazarlığın olmazsa olmaz bir parçası sayardı çünkü Aziz Nesin, yakın tanığıyımdır.

Cumhuriyet 11.07.2005



Aziz Nesin, Vatan gazetesinde 79 gün süren Nâzım Hikmet üzerine yazdığı yazıların büyük tepki almasına çok üzülür, kırılır...

'Nâzım da insandı, zaafları vardı'

Aziz Nesin, Nâzım Hikmet üzerine yazdığı yazılara gelen tepkilerden ne zaman söz edilse hemen sinirlenir, alı al moru mor bağırarak, ''N'apayım, yalan mı yazayım, Nâzım da insandı, elbette birtakım zaafları vardı'' diye bağırarak savunuya da kalkışırdı ya, öylesine kırılmıştı ki bu olaylardan...Vatan'da çıkan yazılarını niçin kitaplaştırmadığını soranları, hemen ''Yeniden gözden geçireceğim'' der sustururdu. ''Şen Olasın Nâzım Hikmet'' adını da, mutlaka bu kırgınlıkla değiştirmiş ve kendisi ''Türkiye Şarkısı Nâzım'' yapmış...

Oğulları, bilindiği gibi Aziz Nesin 'in ardında bıraktığı kimi dosyaları da kitap halinde yayımlamışlardır ölümünden sonra. Örneğin Ahmet Nesin , eminim ''Babam mektuplarının ve güncelerinin bu dizide yayımlanmasına acaba ne derdi?'' diye bir an bile düşünmeden, babasının salt ünlü yabancı yazarların güncelerini, anılarını, mektuplarını yayımlatmak için kurduğu Düşün Yayınevi'nin önce ''Mektuplar'' dizisinde, babasının Ali Nesin 'e yazdığı mektuplarla onun yanıtlarını ''Ali Nesin'le Mektuplaşmaları'' adıyla 1994 yılında; ardından ''Günce'' dizisinde babasının eski yazıyla tuttuğu güncelerinin 1951-1971 yılları arasındaki bölümünü de yeni yazıya aktartarak 1996 yılında ''Mum Hala'' adıyla yayımlamıştır.

Ali Nesin de, yazdığı önsözde ''Ölümünden sonra Aziz Nesin'in arşivinden Nâzım'a değgin 10 büyük klasör belge, not, kupür ve fotoğraf çıkmıştır. Klasörlerden ikisi Aziz Nesin'in eski notlarından oluşmaktadır. Yeni yazıya çevrildiğinde, notlar Nâzım Hikmet üzerine yeni bir kitap oluşturabilirler'' şeklinde bir de açıklama notu koyarak, kitabın sonuna eklenmiş ''Yankılar'' bölümünde de belirtildiği gibi, babasının, daha önce Vatan gazetesinde 8 Temmuz-21 Eylül 1976 tarihleri arasında tam 79 gün ''Şen Olasın Nâzım Hikmet'' adıyla tefrika edilmiş Nâzım Hikmet'le ilgili değerlendirmelerini, derlediği bilgileri, anıları, yorumları içeren yazılarını ''Türkiye Şarkısı Nâzım'' adıyla yayımlatmıştır 1998 yılında Adam Yayınları arasında.

NÂZIM HİKMET YAZILARI

Nasıl unutulur?.. Aziz Nesin'in bu yazıları Vatan gazetesinde tefrika edilirken, kendisinin kesip dosyaladığı kuşkusuz kitabın sonuna eklenmiş ''Yankılar'' bölümündeki soruşturma yanıtları, eleştiriler ve mektuplardan da anlaşılacağı gibi, sözcüğün tam anlamıyla kıyamet kopmuştu edebiyat dünyamızda, görgü tanığıyımdır... Bir yandan Adnan Cemgil, Müzehher Vâ-Nu, Nâzım'ın kız kardeşi Samiye Yaltırım, Faik Muaffer Amaç vb. gibi yakın dostları, bir yandan başta Kemal Sülker ve Şükran Kurdakul, Asım Bezirci, Arif Damar, A. Kadir, İbrahim Balaban gibi meslektaşları ne bencilliğini bırakmışlardı bu yüzden, ne kendini aşırı beğenmişliğini, ne kıskançlığını ne de çıkarcılığını... Kimileri Nâzım Hikmet'i kıskandığı ve edebiyatımızdaki yerine göz diktiği için böyle davrandığını savlamıştı. Kimileri, zaten komünist değildi ki diyerek, TKP düşmanlığından dolayı onu küçük düşürmeye çalıştığını ileri sürmüştü. Hatta, homoseksüel olduğu için böyle davrandığını söyleyenler bile çıkmıştı. Nitekim tefrika da, Ali Nesin'in ''Geride Nâzım Hikmet'in yaşamı üzerine bir kitap oluşturacak kadar daha yazı var'' diyerek belirttiği gibi, büyük bir olasılıkla ikinci bölümü de yazılmış olduğu halde, salt bu saldırıların yılgınlığıyla Aziz Bey tarafından kesilmiş olsa gerek ki, yazılar sona erdirilirken gazete yöneticileri, ''Birinci Bölüm Sona Ererken Vatan'ın Açıklaması'' başlığıyla ''Aziz Nesin, gözlerindeki glokom hastalığının artması nedeniyle çalışamadığından, bu dizi yazılarına bir süre ara vermek zorunda kalmıştır. İyileşir iyileşmez, Nâzım'ın yaşamının ikinci bölümünü yazacak ve bu yazıları Vatan'da yayımlanacaktır. Bu konuda gelen eleştiri ve açıklama mektupları da, dizinin ikinci bölümüne girecektir'' diye bir not düşerek, güya sağlık nedeniyle Aziz Nesin yazamadığı için kesilmiş gibi bir gerekçe uydurmak zorunda kalmışlardır sanki.

SERTEL'İN SON DAMLASI

İlginçtir, Aziz Bey tam o günlerde bir de, 1945'teki ünlü Tan olayından canını zor kurtarıp gizlice yurtdışına gitmiş ve tam 32 yıldır gurbette yaşayan yakın dostu Zekeriya Sertel 'in ülkeye dönebilmesi için uğraşmaktadır. Bir yandan Ecevit hükümetinden izin koparmaya çalışırken, bir yandan da kamuoyu oluşturmak amacıyla, bir dış gezi dönüşünde yanında getirdiği Sertel'in ''Nâzım Hikmet'in Son Yılları'' başlıklı anılarının Milliyet gazetesinde yayımlanmasına aracılık etmektedir söylentilere göre.

İşte, bu tefrikaların ardından kısa bir süre sonra Milliyet gazetesinde yayımlanmaya başlanan bu anılarda da Zekeriya Sertel'in Nâzım Hikmet hakkında hemen hemen aynı şeyleri yazması, üstelik bir de Sovyetler Birliği'ni eleştirmesi, sanki suyu taşıran son damla olmuş ve ateşin üzerine benzin dökülmüş gibi, saldırılar daha da alevlenmişti bir anda. Anımsadığım kadarıyla, TYS Yönetim Kurulu üyesi arkadaşlarımız Kemal Sülker'le Şükran Kurdakul, bu anıların yayımlanmasına aracılık ettiği için sendika başkanlığından da ayrılmasını istemişlerdi Aziz Bey'in ve bu kırgınlıkla gerçekten TYS başkanlığından da istifa etmişti. Ve ne acıdır ki, Dışişleri Bakanlığı'nın oluruyla İstanbul'a gelen Zekeriya Sertel de koparılan bu fırtına yüzünden yurda sokulmamış ve bir gece Yeşilköy'de tutulduktan sonra yeniden Paris'e gönderilmişti ertesi sabah.

AZİZ NESİN'İN KIRGINLIĞI

Gerçi daha önce de yazmıştım, bu konu ne zaman açılacak olsa, hemen sinirlenir, alı al moru mor bağırarak, ''N'apayım, yalan mı yazayım, Nâzım da insandı, elbette birtakım zaafları vardı'' diye bağırarak savunuya da kalkışırdı ya, öylesine kırılmıştı ki bu olaylardan... Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra eşi Vera Tulyakova 'nın dahi artık ''Komünist şair'' denilmesine şiddetle karşı çıkarak Nâzım'ın salt ''aşk şairi'' olduğunu savunduğu günlerde, 1990'lı yıllarda bile, Vatan'da çıkan yazılarını niçin kitaplaştırmadığını soranları, hemen ''Yeniden gözden geçireceğim'' der sustururdu. Kaç kez tanık olmuşumdur... ''Şen Olasın Nâzım Hikmet'' adını da, mutlaka bu kırgınlıkla değiştirmiş ve kendisi ''Türkiye Şarkısı Nâzım'' yapmıştır... Kuşkum yok...

Ancak hemen şunu da belirteyim ki, Vatan'da yayımlanırken nasıl olsa önümüzdeki günlerde kitap halinde çıkar diyerek tamamını okumadığım için, kitabı da bu kaygıyla tedirgin ele almıştım doğrusu. Ama, bütün içtenliğimle söyleyeyim ki, Vâlâ Nurettin 'in Bu Dünyadan Nâzım Geçti'si de dahil, Nâzım Hikmet üzerine bu denli ilginç ve güzel bir başka kitap daha okuduğumu anımsamıyorum.

Cumhuriyet 11.07.2005


Aziz Nesin'in Okuduğu Kitaplar

Burada asıl sözünü etmek istediğim kitap ise, Aziz Nesin'in 2000 yılında gene Adam Yayınları arasında çıkmış ''Okuduğum Kitaplar'' adlı dosyasıdır. Nasıl unuturum?.. İzmir Fuarı 20 Ağustos'ta açıldığından belediyenin TYS'ye verdiği pavyonu onartmak için 1979'un Ağustos başında Aziz Bey'le birlikte gitmiştik İzmir'e. Hikmet Çetinkaya 'nın yol göstericiliğinde kapı kapı dolaşarak onarım giderlerini üstlenecek kuruluş arıyorduk. Pavyondaki kitap satışlarını düzenleme işi için de gene Ege'deki en büyük kitap dağıtım kuruluşu olan Datiç'le anlaşmıştık. Datiç'in sahibi, bu anlaşmanın onuruna bizi öğleyin deniz kıyısında salaş bir balık lokantasına götürmüş, güzel bir öğle rakısı içmiştik. İşte o gün öğleyin, ola ki hem bir iki yudum da içmenin hem de demek hâlâ havasından çıkamamış olmanın coşkusuyla, ''Belki Yarın Anlarlar'' adlı son öykümü keyifle uzun uzun anlatmıştım, nasıl unuturum?..

AVŞALI ÇOCUK'U İSTEDİ

Aradan yedi sekiz ay geçmişti. 1980 yılının Mayıs veya Haziran başı olmalı. Yunanistan'a gitmeden önce sendikaya uğramıştı. ''Yahu Demirtaş, İzmir'de Datiç'in sahibiyle yemek yerken sen bize bir öykü anlatmıştın, o yayımlandı mı?'' dedi. ''Aman ağbi'' , dedim. ''Kitap halinde yayımlanalı en az altı ay oldu. Avşalı Çocuk adlı o kitabımı imzalayıp size de vermiştim daha çıktığı gün.'' ''Yooo'' , dedi. ''Hatırlamıyorum. Vermedin galiba. O öykünü merak etmiştim. Bakalım anlattığın gibi güzel yazabilmiş misin? Orada okurum hiç olmazsa... Yarın o kitabından bir tane daha getirsene...'' diye ekledi. ''Avşalı Çocuk'' adlı kitabımdan hemen ertesi gün bir tane daha getirip imzalayıp verdim. Merakla bekliyordum dönmesini.

Geziden döner dönmez de, hani hoş geldin bile demeden, ''Nasıl buldun bari öykümü ağbi?'' diye sordum hemen. ''Okudum'' dedi. ''Ama bak, sana soruyorum, öykülerin üzerine düşüncemi yazayım mı, yoksa şimdi mi söyleyeyim?''

''Aman ağbi'' , dedim hemen, ''Aziz Nesin bir öyküm hakkında yazı yazacak... Benim için ne büyük mutluluk... Yaz tabii...''

''Ama pişman olmak yok sonra,'' dedi... ''Bir daha soruyorum, yazayım mı, yoksa sana şimdi mi söyleyeyim?''

Hani, bu ısrarı karşısında ürkmeye başlamadım da değil doğrusu. Ama yiğitliğe toz kondurmadan, ''Yaz ağbi'' dedim. ''Niçin pişman olacak mışım Aziz Nesin'in eleştirisinden?'' ''Bak, bir kez daha tekrar ediyorum'' dedi gene sakin sakin. ''Yazayım mı, yoksa şimdi mi söyleyeyim düşüncelerimi?''

Öylesine bozulmuştum ki... ''Yahu ağbi, dedim o öfkeyle, sinirli sinirli. Üç beş sayfalık bir öyküde ne suç işlemişim ki beni bunca tehdit ediyorsunuz? Vazgeçtim, şimdi söyleyin!''

''Pekâlâ...'' dedi. ''Notlarım yanımda değil, gelecek sefere yanımda getireyim de düşüncelerimi sana söyleyeyim.''

BENİM İÇİN SÜRPRİZ OLDU

Merakla bekliyordum gelmesini. İlk buluşmamızda da ''Notlarını getirdin mi ağbi?'' diye yapıştım yakasına hemen. ''Unuttum'' dedi. Birkaç kez daha yineledim. Hep ''Unuttum'' diyordu. İşte, yıllar sonra Aziz Nesin'in gerçekten de okuduğu her kitap hakkında kendisi için notlar tutup eleştiriler yazdığını ve oğlu Ali Nesin'in de, bu notların bir bölümünü ''Okuduğum Kitaplar'' adıyla yayımlattığını duyunca, öylesine heyecanlandım ki... Neler yazmıştı acaba öyküm için de, getirip bana gösterememişti?

Ama, ne ''Avşalı Çocuk'' adlı kitabım ne de ''Belki Yarın Anlarlar'' adlı öyküm ile ilgili bir not vardı yayımlanan bu kitapta. Fakat benim için tam bir sürpriz oldu. Çünkü, Aziz Bey, günlerce emek verildiği belli, olaylar Adana'da geçtiği için anlatılan atmosferin tamamlanması amacıyla romancının dili olarak da kullandığım yerel deyim ve sözcükleri tek tek saptayarak dilimi yerden yere vurduğu, tam 13 kitap sayfası uzunluğunda, ciddi bir eleştiri yazmıştı ''Cadı Fırtınası'' adlı romanım üzerine.

Doğrusu, Ali Nesin'in de önsözde belirttiği gibi, Aziz Nesin bu notlarda ne hatır gönül gözetmişti ne de bir başkasınca eleştirilmekten çekinmişti yargılarını açıklarken. Örneğin, İlhan Berk için, ''Hele şu İlhan Berk... Hele şu 'Taşbaskısı' adlı kitabındaki şiir diye verdikleri... (...) Tek dizeli bir şiiri var, şiir demeye utanıyorum, o dizenin altına 'höst!' diye yazmışım. (...) İlhan Berk ve onun gibiler, gerçek eleştirilere uğramadıkları, tersine kendi gruplarında ya da özel ilişkileri ortamında sürekli övüldükleri için öyle şımarmışlar, kendilerini öyle büyük görmeye başlamışlar ki, geğirseler keramet saçtıklarını, şiir söylediklerini sanıyorlar'' diye yazmaktadır.

Bu nedenle, hele hele Ali Nesin'in belirttiğine göre geride daha ''dört klasör dolusu'' eleştiri notunun bulunduğu düşünülürse, ''O öyküm için acaba ne demiş?'' diyerek gerçekten tedirgin olduğumu itiraf etmeliyim doğrusu...


SÜRECEK

Cumhuriyet 12.07.2005

Bedrettin Dalan'ın seçim kampanyası sırasında ziyaret ettiği TYS'de ilginç diyaloglara sahne olunur

Aziz Nesin-Bedrettin Dalan atışması

Aziz Bey'le ilgili elime geçen belgeleri, fotoğrafları, gazete kesiklerini, notlarımı biriktirdiğim dosyada Melih Aşık 'ın Güneş gazetesindeki ''Arka Pencere'' başlıklı köşesinde çıkmış bir yazısını da kesip saklamışım. 25 Mart 1984 tarihli yerel seçimlerde İstanbul Belediye Başkanı olan Bedrettin Dalan 'la Aziz Nesin arasında geçmiş ilginç bir konuşma aktarılıyor bu kesikte.

Melih Aşık bu öykücüğü kitaplarından birine de almış mıdır, bilmiyorum. Ama bu olaya ben de tanık olmuş ve 1984 yılı Ağustos ayında yayımlanan ''Çağımızın Nasrettin Hocası: Aziz Nesin'' adlı kitabımda ''Bedrettin Dalan'ın Aziz Nesin'e On Yıl Sonra Ödediği Borç'' başlığıyla anlatmıştım. Dolayısıyla buraya aktarmakta sakınca görmüyorum.

Gerçekten, Bedrettin Dalan seçim kampanyası sırasında TYS Yönetim Kurulu olarak bizlerle de görüşmüştü Aziz Bey'in Nişantaşı'ndaki çalışma evinde.

Gerçi kitapta adını vermemişim ama, Bedrettin Dalan'ın TYS Yönetim Kurulu olarak bizlerle de görüşmek istediği haberini o günlerde ANAP için kamuoyu yoklamaları yapan Bülent Tanla getirmişti. Bir görüşmeleri sırasında TYS İkinci Başkanı olarak adım geçince, ''Sahi, Yazarlar Sendikası'nı da ziyaret etmeliyim'' demiş Bedrettin Dalan. 12 Eylül cuntasının TYS'nin de çalışmalarını durdurup hakkında dava açtığı ve davanın hâlâ sürdüğü, yani sendikanın kapalı olduğu kendisine anlatılınca da; ''Madem ziyaret edemiyorum, öyleyse onlara bir akşam yemeği vereyim, orada görüşelim'' demiş bu kez de, Bülent Tanla'nın getirdiği habere göre.

Bu öneriyi arkadaşlara ilettiğimde, nasıl unuturum, sözcüğün tam anlamıyla bir şamata kopmuştu yaptığımız o gizli yönetim kurulu toplantısında. Başta Aziz Bey, arkadaşların çoğu şiddetle karşı çıkıyordu böyle bir görüşmeye. Biz birkaç kişi ise, ''Şayet sendika açık olsa, o da çat kapı gelse içeriye almayacak mıydık?'' diyerek bir orta yol bulunmasını öneriyorduk.

Saatlerce tartışmış ve sonuçta, sanki Bedrettin Dalan'ı destekliyormuşuz gibi bir görüntü vermemek için de, önce el altından haber gönderip SHP İstanbul Belediye Başkan adayı Korel Göymen'in bizi ziyaret etmesini sağlayıp, Bedrettin Dalan'la da Aziz Bey'in Nişantaşı'ndaki evinde daha sonraki bir tarihte görüşülmesine karar vermiştik. Gerçekten de, SHP'nin basın danışmanı Ayşegül Dora aracılığıyla haber gönderip Korel Göymen'in ziyaret etmesini zar zor sağlamış, ondan sonra görüşmüştük Bedrettin Dalan'la... Hatta öyle ki, görüşmeye yönetim kurulu üyesi arkadaşlarımdan kimileri özellikle katılmamıştı. Aziz Bey de konukları karşılamamış, gene özellikle üç beş dakika geç gelmişti toplantıya, yandaki odasından.

Nitekim, Melih Aşık'ın köşesinde yayımlanan, uğurlama sırasında Bedrettin Dalan'la Aziz Nesin'in öpüştüğü fotoğrafta da Vedat Türkali ile Adnan Özyalçıner' den başka kimse gözükmemektedir geride.

 

'BENİ ORASI BİLE BARINDIRMADI'

Melih Aşık'a da, Bedrettin Dalan'la gelen gazetecilerden biri mi not tutmuş da iletmiş, yoksa bizim arkadaşlardan biri mi anlatmış veya yazıp vermiş, o toplantıyla ilgili bilgileri?.. Gerçekten, öyle güzel, öyle keyifliydi ki Aziz Bey'le Dalan'ın bu birbirlerini tatlı tatlı iğneleyici, anıştırmalı atışmaları... Nasıl olmuş da atlamışım?

Melih Aşık'ın hoşgörüsüne sığınarak aynen alıyorum aşağıya:

''Anavatan Partisi İstanbul belediye başkan adayı Bedrettin Dalan, geçen hafta sonu Türkiye Yazarlar Sendikası Yönetim Kurulu üyeleriyle bir sohbet toplantısı yaptı. Sohbet edilirken, Bedrettin Dalan, diğer başkan adaylarının bir toplantıda İstanbul ile ilgili bir şiir okuyamadıklarını, ancak kendisinin iki şiir birden okuduğunu söyledi. Söz Aziz Nesin'in kitaplarına gelince de, 'Aziz Bey'in kitaplarından bir ikisini okudum' dedi. Aziz Nesin takdirini, 'Sizi çok sevdik. Hem İstanbul'la ilgili şiir biliyorsunuz hem de benim kitaplarımı okumuşsunuz' sözleriyle belirtti.

Bir ara söz Markiz Pastanesi'nin kurtarılmasından açıldı. Aziz Nesin farklı düşünüyordu: 'Markiz'in kurtarılması için aydınlarımız fazla yaygara kopardılar. Çünkü bizim aydınlar kıçlarının birer saat oturduğu yeri tarih sayarlar. Markiz, tarihi açıdan pek öyle önemli yer değildir. Duvarlarında 4 tane çini pano vardır, o kadar' dedi. Nerelerin kurtarılması gerektiği üzerinde durulurken de, Aziz Nesin:

'Mesela Sultanahmet Cezaevi bir kültür sarayı haline dönüştürülebilir'' dedikten sonra ekledi: 'Ziyaretçileri gezdirirken rehberler, burada Aziz Nesin yattı, şurada Emil Galip Sandalcı kaldı, orada Vedat Türkali konakladı gibisinden tarihi bilgi de verebilirler.' Bedrettin Dalan, İstanbul'un tarihi yerlerine sahip çıkma konusunda eskiden beri titiz olduğunu, üniversite eğitimi sırasında Fatih medresesinde yatıp kalktığını anlattı ve: 'Evet Aziz Bey, bu medrese beni tam 5 yıl barındırdı' dedi.

Aziz Nesin, gülerek; 'Beni orası bile barındırmadı beyefendi' karşılığını verdi. Sohbet gülüşmelerle başladı ve yine öyle bitti...''

Güneş gazetesi, 14 Mart 1984

Cumhuriyet 12.07.2005

Edebiyat Cephesi'nde çıkan bir yazıma öfkelenen usta yazar 'Artık cenazeme bile gelmesin' diye haber gönderdi

Yaşar Kemal beni görmek istemiyor

1981 yılı sonbaharı olsa gerek... Aziz Bey, kim iletmiş, artık kimden duymuşsa, bir sabah erkenden telefon etmişti eve, ''Yahu dün gece n'apmışsın öyle?'' diye keyifli keyifli kahkahalar atarak... Dosyadaki notta olayı ayrıntılarıyla anlattığım halde, her ne hikmetleyse hem tarih vermemişim hem de kişilerin adlarını nokta nokta geçmiş, yazmamışım. Oysa, çok iyi anımsıyorum... 12 Eylül günü akşam saat beşte bir manga er ve sivil polisle evi basıp beni de götürmüşler, üç ay kadar tutuklu kalmıştım bir topçu kışlasında. Bırakılmamın haftasında da, bu kez oğlumu gözaltına almaya gelmişlerdi eve. Çaresiz, önce oğlumun Avusturya'ya kaçmasını sağlamıştım 1981 başında, hemen ardından da ben kimseye haber vermeden Almanya'ya gitmiştim, sığınmak üzere. Ne ki, karımla kızımı getirtemediğim için, üç ay sonra yurda döndüm. Yani, 1981 yılı sonbaharı olsa gerek... Sevgili Arif Keskiner , çocukluğunda başından geçmiş bir olayı, kuduz bir köpeğin ısırdığı sekiz dokuz çocuğun, Osmaniye'deki hastanede o yıllarda kuduz iğnesi bulunmadığı için, yaşlı bir nenenin yönetiminde iğne olmak üzere götürüldükleri Adana'daki serüvenlerini kardeşi Abdurrahman Keskiner 'in Umut Film'i adına sinemaya aktarmaya karar vermiş ve benden bu olayla ilgili bir film öyküsü yazmamı istemişti işte tam o günlerde. Meğer daha önce de bir iki kişiye anlatıp yazdırmış, ama beğenmemiş. Zaten nicedir işsizdim. Üstelik, olay hem İkinci Dünya Savaşı yıllarında, hem de Çukurova'da geçiyordu, bu nedenle ilginç gelmişti bana. Nitekim, kuduz olayını bir eğretilemeyle Nazi İmparatorluğu'yla ilişkilendirip öyküye siyasal bir boyut da kazandırarak, daha sonra ''Çocuklar Çiçektir'' adıyla çekilen filmin gerilimini bu koşutluk üzerine kurmayı tasarladım. Arif'le de anlaşmıştık. Ne var ki, nicedir İsveç'te yaşayan Yaşar Kemal de tam o günlerde yurda dönmüş ve Umut Film ''Yılanı Öldürseler'' adlı romanını filme almaya karar verdiği için onunla da senaryo çalışmalarına başlamışlardı. Ve, Yaşar Kemal ile dehşetli açıktı aramız. 1979 yılında Edebiyat Cephesi'nde çıkan bir yazıma öfkelenip, İsveç'ten ''Artık cenazeme bile gelmesin'' diye haber göndermişti bana. Bu nedenle, Arif'lerle benim de bir senaryo çalışması yaptığımı öğrenir öğrenmez, hemen öfkeyle ''Yüzünü bile görmek istemiyorum onun'' diyerek ambargoyu koymuştu, Arif'in anlattığına göre. Çaresiz, askıya alınmıştı çalışmamız. Oysa, öylesine çok gereksinimim vardı ki o senaryo çalışmasından alacağım ücrete. Arif de, bizi bir an önce barıştırabilmek için içtenlikle uğraşıyordu ya, olanaksız denk düşüremiyordu bir türlü bir araya gelmemizi... Bilindiği gibi, terör 1979 yılında gemi iyice azıya almış ve faili meçhul cinayetlerle gerçekleştirilen aydın kıyımı ülkeyi gerçekten de sözcüğün tam anlamıyla bir can pazarına döndürmüştü ilericiler için. Yaşar Kemal de o yıl, söylentilere göre bu nedenle Stokholm'de bir ev kiralamış ve İsveç'e yerleşmişti. Bir rastlantıyla ben de tam o günlerde Edebiyat Cephesi adıyla on beş günlük bir edebiyat dergisi çıkarmaya başlamıştım.

 

Cumhuriyet 12.07.2005

Nobel yazımı yanlış anladı

Sanırım 1977'lerde Ankara'da yayımlanan küçük bir dergi atılım yapmaya karar verip, Önder Şenyapılı 'yı yazıişleri müdürlüğüne, Yalçın Küçük 'ü de hem yazı kadrosuna almış hem de danışmanlığa getirmişti. Ben de, onların önerisi üzerine, hem derginin İstanbul temsilcisi olacaktım hem de her hafta biri sinema ve tiyatro çevresinden bir ünlüyle yapılmış röportaj, biri güncel bir olayla ilgili haber yorum, bir de edebiyat çevresiyle ilgili bir gülmece yazısı olmak üzere üç yazı yazacaktım belirli bir ücret karşılığında. Gerçekten de, hemen bir iki gün içinde üç yazıyı da tamamlayıp göndermiştim Ankara'ya. Ne var ki, Yalçın'la Önder, daha ilk sayının hazırlanması sırasında, galiba hem yazı kadrosu hem de ödenecek ücretler konusunda patronla anlaşmazlığa düşünce bana haber bile vermeden ayrılmışlardı dergiden. Dolayısıyla, ne yazılarım yayımlanmıştı ne de ücretimi alabilmişitim. İşte o dergi için hazırladığım ''Nobel Yolu'' adlı edebiyat çevresiyle ilgili gülmece yazısı da, demek bu olaylar Nobel Edebiyat Ödülü'nün dağıtıldığı günlere denk düşüyormuş ki, Yaşar Kemal'le ilgiliydi. Yazıda da, bugüne dek verilmiş Nobel edebiyat ödüllerinin kıtalara ve ülkelere dağılımıyla ilgili istatistiki bilgileri aktardıktan sonra, aslında hem bu ödülün bizden birine verilmeyeceğini hem de fazla önemsenmemesi gerektiğini vurguluyor ve Adanalı Kerem Ali, Cumhuriyet gazetesinden Atıf gibi, ''Nobel'i kazanmak istiyorsan önce Sovyetler Birliği'ni eleştirmelisin'' gibi, Alain Bosquet 'nin dedikleri gibi, neredeyse tamamını Yaşar Kemal'in kendisinden dinlediğim öykücüklerle fıkraları aktararak, kesinlikle Yaşar Kemal'le değil, anıştırmalı bir dille aklım sıra Nobel ödülüyle dalga geçiyordum güya. Ayrıca, hemen şunu da belirtmek isterim ki; görgü tanığıyımdır, ödülün radyolardan açıklanacağı saatlerde Cem Yayınevi'nin önünde kamyonların bekletildiği 1973 yılında da bütün dünya edebiyat çevreleri Yaşar Kemal'i tek aday gösterirken, Nobel edebiyat ödülü bu kez de Avustralyalı Patrick White 'a verilmişti. Kısacası, Yaşar Kemal'le gerçekten de hiçbir sorunum yoktu benim. İki yıl önce yazılmış o yazıyı da, Nobel edebiyat ödülünün gene ona verilmeyeceğini ve nicedir uzakta olduğunu düşünerek, ödülün dağıtılmasına yakın günlerde, dedim ya aklım sıra güncelleştirmek amacıyla güya, Edebiyat Cephesi'nin 1 Ekim 1979 günlü sayısında yayımlamış ve hemen kendisine iletmesi için de birkaç dergi göndermiştim Stokholm'de yaşayan ortak dostumuz şair Özkan Mert 'e, onunla bir de konuşma yapması ricasıyla... Ama, kısa bir süre sonra, ''Benim için, 'Artık öyle biri yok, cenazeme bile gelmesin' diyor'' diye zehir zemberek bir mektup almıştım Özkan'dan... Bana bunca niçin kızmıştı, inanın hâlâ çıkarabilmiş değilim...

 

Cumhuriyet 12.07.2005

YAŞAR KEMAL'LE KAVGA

Nesin: Tokadınla edebiyat tarihine geçmen garanti

Yurda döndükten sonra, 1981 yazında Cumhuriyet gazetesinde ve Cem Yayınevi'nde iki kez karşılaşmıştık, ama selam bile vermemişti.

1981 yılı Kasım ayı filan olmalı. Bir akşamüstü iki tek atmak için, Papirüs'e gitmiştik gene Arif'le... Ama gırgır şamata derken dalmış gitmişiz... Farkına varınca, ''Bari eve telefon edeyim de, beni yemeğe beklemesinler'' deyip fırlamıştım. Telefon etmiş dönüyordum ki, baktım Yaşar Kemal... Rahmetli Patriot Hayati ile konuşuyordu. Usulca sokuldum ardından, omuzundan kavradım, ''Merhaba Yaşar ağbi'' dedim dostça. Dönüp beni görünce, sinirli sinirli bir şeyler mırıldanarak kolumu itti. Demek hem iki kadeh içmiş olmanın yüreklendirmesi hem de Arif'in zaten nicedir bizi karşılaştırabilmek için uğraştığını bilmenin bilinçaltı dürtüsüyle... ''Bir kusur işlemişsem özür dilerim ağbi'' dedim, gene sakin sakin. ''Ulan .iktir git'' dedi, sırtını döndü, gene bir şeyler mırıldanarak. ''Küfretme ağbi, dedim. Vallahi kötü niyetle yazmadım.'' Hışımla döndü. ''Başlatma şimdi anandan!'' dedi bağırarak. ''Anamı karıştırma ağbi" dedim, bu kez de ben sinirli sinirli. "Kusurum varsa özür diliyorum.'' Birden iki yakamdan kavrayıp, ''Karıştırırsam n'olurmuş ulan...'' filan diye bağırmaya başladı.

Demek biraz da korkunun körüklediği savunma içgüdüsünün saldırganlığıyla, bana vurmasına fırsat vermeden ben de sarılmıştım ona. Birlikte yere düştük. Koşup ayırdılar bizi. Gerçekten rezil olmuştuk dostlara. Kimi, ''Hiç Türk filmi de mi seyretmediniz, böyle mi kavga edilir?'' diyerek gırgır geçiyordu, kimi, ''Yaşar Ağbi ile Demirtaş Ağbi de kavga ederse biz kimi örnek alacağız'' diyordu iğneli iğneli...

BARIŞ İÇİN GİTTİM KAVGA ETTİK

Kısacası, güya barışmaya çalışırken, tam anlamıyla berbat etmiştim bir çuval inciri. O öfke ve utançla da, nasıl unuturum bir iki kadeh daha içip iyice sarhoş döndüm eve. Sabahleyin de sanki sızmışım gibi, kızım okuluna karım da işine gidinceye dek çıkmadım yataktan. Güya uyanıp kalktım ama, dünya öylesine anlamsızdı ki... Utancımı birileriyle bölüşmezsem çıldıracaktım sanki. Daha erken demedim, sarıldım telefona sabahın köründe. Bütün olan biteni ayrıntılarıyla, bir bir kardeşime anlatmaya koyuldum. Avukat ya, kim haklı kim haksız ille yargı verecek... Bir ara sözümü kesip; ''Ama sen haklıymışsın ağbi'' diyecek oldu, ''Ulan" dedim öfkeyle bağırarak , "kim haklı kim haksız bizi yargılayasın diye anlatmıyorum sana bunları! Yaşar Kemal'e saygısızlık etmenin haklılığı mı olurmuş?'' Tersleyip susturdum onu hemen. ''Sadece içimi dökmek istemiştim sana, anlaşıldı mı? Utanıyorum çünkü dün gece olup bitenlerden.''

'UTANMIYOR MUSUN?'

Saat daha dokuz olmuş olmamıştı. Telefon çaldı. Aaa, Aziz Nesin... Sabah sabah nereden öğrenmiş, kimden duymuş?.. ''Yahu, dün gece Papirüs'te neler olmuş öyle?'' diyordu. ''Neler yapmışsın?..'' ''Vallahi ağbi'' demiştim ezile büzüle, olanı biteni, tıpkı kardeşime anlattığım gibi ayrıntılarıyla bir bir anlatmıştım ona da. ''Utanmıyor musun?'' demişti. ''İnsan, hele hele genç bir yazar, kendisinden büyük bir yazara, ağabeyine böyle davranır mı hiç?'' ''Utanıyorum vallahi ağbi'' demiştim, gene ezile büzüle. ''İnanın utanıyorum. Karıma bile anlatamadım hâlâ dün gece olanları...'' Bir kahkaha atmış; ''Üstelik hemşerine... İki Adanalı...'' demişti bizimle keyifli keyifli gırgır geçerek. Hemen ardından da;

''Bana bak Demirtaş, bugüne dek yazdıklarınla edebiyat tarihine geçer misin bilmem ama, Yaşar'a attığın tokatla edebiyat tarihine geçmen garanti ha...'' diye eklemişti, gene kahkahalar arasında.

Nasıl unuturum?..

Aziz Ağbi, nasıl özlüyorum sizi... Çünkü, nice arkadaşımız ihanet etti kendine umut bağlamış halkına, bilmem ki nasıl anlatsam?.. Üstelik belki hâlâ farkında değil ama, sağır ve kör halkının bugün daha çok gereksinimi var sana, bilesin...

NOT: Bu yazı dizisi Dünya Yayınları'nda önümüzdeki günlerde çıkacak olan 'Yakılacak Adam Aziz Nesin' adlı kitaptan alınmıştır.

BİTTİ

 

 

Aziz Nesin & Nesin Vakfı AZİZ NESİN
Aziz Nesin (20.12.1915 - 06.07.1995) ve
Aziz Nesin V
akfı (Çocuk Cenneti)
Aziz Nesin Stiftung  Çatalca

Bundesverfassungs-gericht 2 BvR 485/05 Federal Almanya Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi'nin Yakup Taşçı ile ilgili kararı için buraya tıklayınız...
Einstimmiger Beschluss der zweiten Kammer des Bundesverfassungsgerichts in dem Verfahren über die Verfassungsbeschwerde des Herrn Yakup Tasci: 
- AYPA.net/YakupTasci - 22.06.2005
 

"Erdogan Efendi?" Bild - 02.08.2004: "Sind Sie Europäer, Erdogan Efendi" - Teil 1
"Sind Sie Europäer, Erdogan Efendi?" fragt die Bild Zeitung und der türkische Ministerpräsident antwortet:
- Bild - 02.08.2004 - Teil 1
- Bild - 03.08.2004 - Teil 2

"das taz-gespräch mit Milli Görüş" 07.05.2004 "Das TAZ-Gespräch mit Milli Görüş": Der Milli Görüş Generalsekretär Oğuz Üçüncü und sein Stellvertreter und Leiter der Rechtsabteilung Mustafa Yeneroğlu sprechen mit dem Journalisten und Autor Eberhard Seidel. Interview von Heide Oestreich und Stefan Reinecke
Der Milli Görüş Generalsekretär Oğuz Üçüncü und sein Stellvertreter und Leiter der Rechtsabteilung Mustafa Yeneroğlu sprechen mit dem Journalisten und Autor Eberhard Seidel. Interview von Heide Oestreich und Stefan Reinecke
- taz - 07.05.2004

- taz - 07.05.2004 - Oğuz Üçüncü
- taz - 07.05.2004 - Mustafa Yeneroğlu
- taz - 07.05.2004 - Eberhard Seidel
- taz - 07.05.2004 - Milli Görüş
- Islamische Gemeinschaft Milli Görüş
- AYPA - Milli Görüş
- Politik im Namen Allahs - (pdf 4,2 MB)
- Verfassungsschutz-2003-(pdf 1,3 MB)
- Verfassungsschutz-2003-(Berlin)

   

AYPA-TV Google Paperball  taz  Süddeutsche Zeitung  Morgenpost  Spiegel  Focus  Tagesschau  Tagesthemen

AYPA-Seite bis 11.07.2005


"TBMM"ne Soru Önergesi" Cifte Vatandaslik Soru Önergesi
Cumhuriyet Halk Partisi İzmir Milletvekili Ahmet Ersin'in Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından yanıtlanması talebiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na verdiği soru önergesi ve cavabı:
- AYPA.net/Almanya

 

"Avrupalı mısınız?" Hürriyet Özel Haber - 02.08.2004: "Avrupalı mısınız?"- "Şüpheniz mi var?"
Hürriyet Gazetesi Bild gazetesinin Başbakan Erdoğan ile yaptığı söyleşiyi aynı gün yayınladı.  
- Hürriyet - 02.08.2004
- Vatan - 03.08.2004

"23 Nisan fırsatçıları" Büyükelçi Mehmet Ali Irtemçelik'in "23 Nisan firsatcilari" ile ilgili söylediklerinin videosunu izlemek isterseniz fotografa tiklayin.
Büyükelçi Mehmet Ali Irtemçelik'in "23 Nisan fırsatçıları" ile ilgili söyledikleri-nin videosunu izlemek isterseniz fotoğrafa tıklayın.
- 23Nisan.info

- 23-Nisan.de (EATA)

"Karşı Devrim Adım Adım" Milliyet  - 25.12.2003 - Hasan Pulur: "Karşı Devrim Adım Adım!"
Hâlâ "Tayyip Erdoğan değişti!" diyenler varsa, kusura bakmasınlar ama, ya akıllarından ya da vicdanlarından yana sorunları var, herhalde...
- Milliyet - 25.12.2003 - Hasan Pulur
- Milliyet - 03.01.2004 - Hasan Pulur

"Kimse Kalmamıştı" Hürriyet - Bekir Coşkun - 27.09.2003: "Kimse kalmamıştı... "
"Bir karşı devrimdir bu. Birçok yanıltma yöntemi kullanıyorlar, sırada olanların sesleri çıkmasın diye. Ve kimse sesini çıkartmıyor. Tam tersine destek var. Ama bir gün onları da götürmeye geldiklerinde... Ses çıkartacak kimse kalmamış olacak..."
- Hürriyet - 27.09.2003 - Bekir Coşkun

Türkçe Almanca Mizah Dergisi Don Quichotte 26 Nisan'da çıktı... Birinci sayısını okumak için tıklayınız...

03.03.2004 tarihli Dünden Bugüne Tercüman Gazetesi'nde 'Ticaret yapmazsam bu maaşla geçinemem' diyen Başbakan Recep Tayyip Erdogan'a Berlin'de yaşayan Karikatürist Hayati'nin önerisi...  Hayati'nin diğer karikatürleri için tıklayınız...

 

 

 

 


 

 

AYPA-TV  Porof. Zihni Sinir Don Kişot  Hayati Boyacıoğlu Hızlı Gazeteci Sinan Kara MultiKulti-Türkçe Yeni Vatan Yeni Yorum Yeni Posta Merhaba Turkiye-Avrupa Zaman-Avrupa ARD Haberler DW-Türkçe SWR-Türkçe Amerika'nın Sesi Türkçe Kuva-yı Medya NTVmsnbc Haber3 HaberTurk Jurnal.net Medyakronik MedyaTava Haberciler Gazeteciler InternetHaber Süper Poligon DigiMedya Haber Vitrini Sansürsüz  Gazeteler Dördüncü Kuvvet Medya  Google-TR xxxxx


11.07.2005'e kadar AYPA-SAYFASI

 UĞUR MUMCU Ugur Mumcu (22.08.42 - 24.01.93) ve um:ag - Ugur Mumcu Arastirmaci Gazetecilik Vakfi icin TIKLAYINIZ
Uğur Mumcu (22.08.1942 - 24.01.1993) ve um:ag Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı Ankara 

AZİZ NESİNAziz Nesin (20.12.1915 - 06.07.1995) - Aziz NESiN VAKFI icin TIKLAYINIZ- Klicken für Aziz NESiN STIFTUNG
Aziz Nesin (20.12.1915 - 06.07.1995) ve Aziz Nesin Vakfı (Çocuk Cenneti) Aziz Nesin Stiftung  Çatalca
 

Politik im Namen AllahsPolitik im Namen Allahs kann runtergeladen werden: 110 Seiten 4,2 MB
"Politik im Namen Allahs" isimli Claudia Dantschke, Eberhard Seidel ve Ali Yıldırım'ın yazdığı kitabın tamamını Ozan Ceyhun'un sayfasından indirebilirsiniz: 110 sayfa 4,2 MB (Almanca)

"Islamismus" BMI - 12.01.2004 - "ISLAMISMUS"
Islam und Islamismus, Religion und extremistische Ideologie dürfen nicht kurzschlüssig gleichgesetzt werden.
- BMI - 12.01.2004 - pdf (3,5 MB)
- Sicherheit-Heute - Kommentar

"Extremismus" BMI - 30.06.2004 - "EXTREMISMUS"
Politische Extreme begleiten die Bundesrepublik Deutschland seit ihrer Gründung, in unter-schiedlichen Ausprägungen bedrohen sie die Demokratie und das Gebot toleranten Zusammen-lebens. Ihre Bekämpfung setzt eine offensive, geistig-politische Auseinandersetzung voraus.
- BMI: "Extremismus" -30.06.2004-Pdf

 

"Demokratie - im Berliner Alltag ein Auslaufmodell?" Demokratie - im Berliner Alltag ein Auslaufmodell? - Kommunalanalysen für Berlin-Mitte, Treptow-Köpenick und Marzahn-Hellersdorf
Nach Berlin-Kreuzberg-Friedrichshain hat sich das ZDK nun im Auftrag des Berliner Migrations- und Integrationsbeauftragten Günter Piening die Bezirke
Marzahn-Hellersdorf, Mitte und Treptow-Köpenick angeschaut. Die Ergebnisse wurden auf einer Pressekonferenz der Öffentlichkeit vorgestellt.
- Piening - 15.06.2004 - PE
- Piening - 15.06.2004 (pdf 480KB)
- Mut-gegen-rechte-Gewalt.de

- ZDK-Studie-Marzahn-Hellersdorf 1,7MB
- ZDK-Studie-Mitte - 1,7 MB - pdf   
- ZDK-Studie-Treptow-Köpenick - 1,7MB   

- taz - 15.06.2004 -Felix  Lee
- taz - 15.06.2004 -Felix  Lee - 2  
- BerlinerZeitung - 15.06.2004 - Kopietz
- Berliner Morgenpost - 15.06.2004
- Neues Deutschland - 16.06.2004
- Özcan Mutlu - 15.06.2004 -MdA-
- Yahoo News - 14.06.2004

 

"Antisemitismus und islamische Inseln"  ZDK - 21.05.2003 Rassistische und rechts-extre-mistische Tendenzen im Bezirk Friedrichs-hain-Kreuzberg nehmen zu. Das ist das Ergebnis einer Studie über „demokratie-gefährdende Phänomene“ im Auftrag des Bezirksamtes.
- ZDK-Studie Teil 1 - Friedrichshain   
- ZDK-Studie Teil 2 - Kreuzberg

- MUT gegen rechte Gewalt - 22.05.2003 - TAZ - 22.05.2003  
- TAZ - 22.05.2003
- Berliner Zeitung - 22.05.2003
- Tagesspiegel - 22.05.2003
- Neues Deutschland - 22.05.2003
- Berliner Morgenpost - 22.05.2003
- Jungle-World.com - 28.05.2003

 

SivasTurhan Selcuk: BEN YANMASAM / SEN YANMASAN / BİZ YANMASAK / NASIL ÇIKAR / KARANLIKLAR AYDINLIĞA.. Nâzım Hikmet
 

 

 

"Cem Karaca" Güle Güle CEM BABA
Cem Karaca'nın ölümünden sonra Türk gazetelerinin birinci sayfaları...   

ATT ve Basın Özgürlüğü ATT ve BASIN ÖZGÜRLÜGÜ???
Almanya'daki Türklerin haklarını savunduğunu  iddia eden "ATT - Almanya Türk Toplumu -  Türkische Gemeinde in Deutschland - TGD" isimli derneğin Berlin'deki Genel Kurulu'nda  AYPA-TV'nin çekim yapması Genel Kurul Kararıyla ENGELLENDİ!!!

ATT ve TAZ 30.01.1998 AYPA-TV'nin ATT Genel Kurulu'nda engellenmesinin nedeni 30.01.1998 tarihli taz haberi olabilir mi?
AYPA-TV'nin ATT Genel
Kurulu'nda engellenmesinin nedeni 30.01.1998 tarihli taz haberi olabilir mi? 

Alman Lisesi Alman Lisesi Istanbul - Deutsche Schule Istanbul
İstanbul Alman Lisesi ve öğrencileri ile ilgili bilgiler burada...
- AlmanLisesi.info
- Spiegel.de

"Yurtdışındaki Sorunlar için Meclis Araştırması Komisyonu Raporu"  

"Demokratie - im Berliner Alltag ein Auslaufmodell?"  


AYPA - Deutsch - Almanca AYPA - Türkce - Türkisch

Yeminli Tercüman = 
Beeidigter Dolmetscher

Direkt zum AYPA-Shop
Yeminli Tercüman = 
Beeidigter Dolmetscher
Yeminli Tercüman = 
Beeidigter Dolmetscher
"Politik im Namen Allahs" isimli Claudia DANTSCHKE, Eberhard SEIDEL ve Ali YILDIRIM'in yazdigi kitabin tamamini Ozan Ceyhun'un sayfasindan indirebilirsiniz: 110 sayfa 4,2 MB Almanca"Politik im Namen Allahs" isimli Claudia Dantschke, Eberhard Seidel ve Ali Yıldırım'ın yazdığı kitabın tamamını Ozan Ceyhun'un sayfasından indirebilirsiniz: 110 sayfa 4,2 MB Almanca
19 MAYIS ATATÜRK'Ü ANMA, GENÇLİK ve SPOR BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN...Cumhuriyet Gazetesi'nin Türkiye baskıları ana sayfası için buraya tıklayınız.
ATGB.infoATGB Avrupa Türk Gazete-ciler Birliği yeni Yönetim Kurulu seçildi. Ayrıntılı bilgi için tıklayınız.
MODAPAModapa Türkiye aydınlat-ma sek-töründe faaliyet göstermekte ve Bega, Limburg, Boom ve Jung gibi aydınlatma armatürü ve anahtar-priz üreticisi firmaların Türkiye tek temsilciliğini yürütmektedir.



"Politik im Namen Allahs" kann hier runtergeladen werden: 110 Seiten 4,2 MB

AYPA AYPA 



 © 2002-2005 AYPA - Dipl.-Ing. Ali YILDIRIM - D-13585 Berlin, Neuendorfer Str. 101 / VH. 2. OG 
Tel.: +49 30 3366666 - 2427272 Handy: +49 177 2427272 - Fax: +49 30 3732066
e-Mail: AYPA@AYPA.net