|
|
Demirtaş Ceyhun'un yeni yazı dizisi
Cumhuriyet 09.07.2005
Aziz Nesin öyküleriyle, romanlarıyla, fıkralarıyla,
oyunlarıyla yurttaşa yol göstermeye devam ediyor
Büyük ustalar ölmez
*Öylesine neşeliydi ki Aziz Nesin..
''Asarlar...Asarlar...'' deyip kahkahayı patlatıyor ve
savcıyla sürekli gır gır geçiyordu. Bu gır gır arasında
da, ''Sahi... Kitabın adı da 'Asılacak Adam Aziz Nesin'
olsun'' demiş, kendisini anlatan kitabın adını da
kendisi koymuştu. Aziz Nesin'in amacı kesinlikle okuru
salt güldürmek değil, gülmece öyküleriyle güldürürken,
toplumsal ve siyasal konulara dikkatini çekerek onu
düşündürmektir. Aziz Nesin, gerekince, kalemini kılıç
gibi kullanmasını da çok iyi bilen bir yazı savaşçısıdır
aynı zamanda.
Büyük ustayı yitirmemizin
hemen ertesi günü, 7 Temmuz 1995'te kaleme aldığım,
12-16 Temmuz günlerinde Hürriyet gazetesinde çıkan
''Yaşasın Aziz Nesin'' adlı yazılarımı, ''Aziz Nesin
öldü mü? Asla... Hiç kuşkunuz olmasın; büyük usta
öyküleriyle, romanlarıyla, yazılarıyla, şiirleriyle,
fıkralarıyla, oyunlarıyla, mektuplarıyla gene gün yirmi
dört saat sürdürecektir sağır ve kör halkıma yol
göstermeyi...'' diye bitirmiştim.
Büyük usta öleli on yıl
olmuş... Ama ne acı, geleceğimiz konusunda bu denli
karamsar bir başka dönemi daha anımsamıyorum ''Soğuk
Savaş'' karabasanı altında geçirdiğimiz şu son yarım
yüzyıl içinde... Yani, asıl şimdi öyle çok ihtiyacımız
var ki ona aslında... Kuzey Afrika çöllerinde bir
devekuşunun sırtına binip koşar adım nereye gittiğini
bilmeyen Osmanlı çerisi gibi tıpkı, ''binmişiz bir
alamete, gidiyoruz kıyamete'' , ama farkında bile
değiliz çünkü. Üstelik, kimseye ''haberim yoktu'' deme
hakkını da bırakmadan, bir yandan Avrupalıların, öte
yandan Amerikalıların kolları arasında yeni bir şeriat
devleti olmaya doğru bağıra bağıra gidiyor da ülke,
hiçbirimizin gıkı çıkmıyor... Ne acı... Öyle çok
özlüyorum ki Aziz Nesin'i...
Demek sözlü isteğini
yerine getirmekte biraz gecikmişim ki bir mektupla, o
yıl elli yaşına bastığım için 1985 Nesin Vakfı Edebiyat
Yıllığı'na benden de bir yazı istemişti. ''Sevgili
Demirtaş, elli yaşındasın. Ellinci yaşın dolayısıyla bir
yazı yazmanı, bu kez yazılı olarak rica ediyorum.
Dilerim, yetmişinci yaşını da görür ve yetmişinci
yaşdönümü kutlama törenini ben düzenlerim. (Yok artık,
sekseninci yaşını göremem, boşuna üsteleme.).'' demişti
3 Şubat 1985 tarihli mektubunda.
''Zavallı Elli Yaşım''
koymuştum yazının başlığını ve ''Sevgili Aziz Nesin
Ağabey'' diye başlamıştım yazıya. ''Demirtaş elli
yaşındasın, diyorsunuz mektubunuzda. İnanın, elli yaşına
bastığımı unuttuğum için unutmuş değilim istediğiniz
yazıyı. Çünkü, karım daha aylar öncesinden ısrarla
yineleyerek öylesine sık anımsatıyordu ki 17 Aralık'ta
elli yaşına basacağımı, sevinçle, bir muştu verirmiş
gibi... Çünkü, birkaç yıl önceydi. Gene öksürükten
boğulduğum bir gün, 'Yeter artık, bırak şu sigarayı!..
Öksüre öksüre gebereceksin yoksa!..' diye harlayınca
üstüme, 'Tamam, tamam... Elli yaşına bastığım gün
bırakacağım sigarayı' demiş, söz vermiştim kendisine.
Elli yaşına bu kadar çabuk basacağımı nereden bilirdim?
18 Aralık sabahından bu yana sigara içmiyorum. Herhangi
ciddi bir iş belki beni sigara içmeye zorlar korkusuyla
da, bizim Adana deyimiyle, deli danalar gibi dolanıyorum
ortalıkta neredeyse iki aydır. Daktilonun başına geçip
de, bir sigara yakmamak için kendimi zorlaya zorlaya
yazdığım ilk yazı da bu, bilesiniz ağabey'' dedikten
sonra da, ''Yani şimdi elli yaşında olmak bir ayrıcalık
mı? Yaşlılık denilen şeyin de görece olduğunu, hiç
kuşkum yok, gene en iyi siz anlar ve en iyi siz
tanıtlarsınız. Çünkü 70 yaşına bastınız ve hâlâ genç
yazarsınız. (...) Doğrudur, elli yaşına basmışım. Ama,
ben de şimdi sizin gibi bir genç yazar mıyım? Tövbe...
Rahmetli Orhan Kemal ağabey, 'genç romancı' diyerek
kendisini küçümsediklerini sandığı için, 'Yahu, ellisini
aştık, bilmem neremizin kılı ağardı, ama adımız hâlâ
genç romancı' diye hayıflanır dururdu sık sık. Oysa,
şimdi ben de anlıyorum artık 'genç romancı'
nitelemesinin içindeki o büyük övgüyü. Edebiyatımızda
kaç kişi kavuşabilmiştir ki acaba böylesi bir sıfata?..
Örneğin, Tevfik Fikret eminim ölünceye dek genç
şairlikten kurtulamamıştır, ama sanmam ki Yahya Kemal
bir kez duymuş olsun bu iltifatı. Nâzım Hikmet hep genç
şairdir, ama Necip Fazıl, Ahmet Muhip, Cahit Sıtkı filan
değil. Örneğin Sait Faik hâlâ genç hikâyecidir, ama
Fakir Baykurt asla. Ben de, üstelik daha ellisine yeni
bastığım halde, çoğu ağabeyim, yaştaşım ve benden küçük
nice kardeşim gibi henüz bir genç yazar olamadım,
biliyorum. Ama önümde nice zamanım var, umutsuz da
değilim. Sigarayı da bu umutla mı kolayca bırakıverdim,
kim bilir... Yetmişinci yaşdönümü kutlama törenimi
düzenleyeceğinizi yazıyorsunuz. İnanıyorum sözünüzde
duracağınıza ve unutmayacağınıza. Ama gene de
hatırlatacağım; çünkü, yetmişinci yaşdönümünü ben de
'genç yazar' olarak kutlayacağım 'genç yazar' Aziz
Nesin'le birlikte, söz veriyorum size.'' diye
bitirmiştim.
AZİZ NESİN'E
DİYEBİLSEYDİM...
Geçtiğimiz günlerde ben
de yetmiş yaşına bastım. N'olur doğum günümde Aziz
Ağbi'nin yakasına yapışıp; ''Hani yetmişinci yaşdönümü
törenimi düzenleyecektin, söz vermiştin. Unuttun''
diyebilseydim bir... Ya da, ''Bari yetmişinde genç yazar
olabilmiş miyim, onu söyle ağbi?'' diye sorabilseydim...
Hiç kuşkum yok, o güzel kahkahalarından birini atarak,
''Benden ihtiyarsın hâlâ'' derdi mutlaka...
Cumhuriyet 09.07.2005
Çağımızın Nasrettin Hocası
Çağımızın Nasrettin
Hocası: Aziz Nesin'' adıyla yayımlanan ilk kitabın
önsözünde de anlatmıştım; Aziz Nesin'le ilgili anılarımı
yazmaya, beni Yalvaç Ural zorlamıştı ilk kez 1984
yılında ve peşimi bırakmadan birkaç ay içinde de
yazdırıp yayımlamıştı, nasıl unuturum. Milliyet
Yayınları'nın yöneticisiydi ve yazarlarla ilgili,
gülmece ağırlıklı bir anılar dizisi yayımlıyorlardı
anımsadığım kadarıyla. Tam on yıl sonra gene Yalvaç
Ural, bir sabah telefon etti eve ve hemen bir araba
gönderip beni aldırtacaklarını, Milliyet Gazatesi Genel
Müdür Yardımcısı Yalçın Balcı 'nın ''bir kitap yayını''
konusunda benimle görüşmek istediğini söyledi, uygun
olup olmadığımı sormaya bile gerek görmeden tipik bir
Yalvaç Ural tez canlılığıyla. 1994'ün ilkyazı, haziran
ayı olmalı.
Kitap yayını ile ilgili
yeni bir deneme yapıyorlarmış. Duygu Asena 'nın dergi
yazılarını toplayıp hazırladıkları bir kitabı rotatifte
basarak maliyetini düşürüp çok ucuz bir fiyatla gazete
bayilerinde satışa sunmuşlar ve bir hafta on gün gibi
kısa bir sürede tam 50 bin adet satmışlar. Sürdürmek
istiyorlarmış bu denemelerini.
Kanlı Sıvas olaylarının
acısının henüz sıcak olduğu günlerdi. Üstelik, Nusret
Demiral adındaki DGM savcısı, kaldıkları oteli benzin
döküp çıra gibi tutuşturarak 37 insanı diri diri yakan
canilerin yargılandığı davada Aziz Nesin'in de,
kendisini yakmaya kalkışan bu yobazları konuşmalarıyla
kışkırttığı suçlamasıyla yargılanıp, asılarak
cezalandırılmasını istiyordu. Bu yüzden, gazeteler,
televizyonlar Aziz Nesin'le ilgili haberlerden,
yorumlardan geçilmiyordu. Hele hele şeriatçı
gazeteler... Aziz Nesin'i bir an önce astırtabilmek için
kendilerinden geçmişler, sözcüğün tam anlamıyla ''gulu
gulu dansı yapıyorlardı'' Necmettin Erbakan 'ın
deyimiyle. İşte bu nedenle, Aziz Nesin'den de bir kitap
yayımlamayı düşünmüşler önce. Yalvaç Ural, ''Çağımızın
Nasrettin Hocası: Aziz Nesin'' adlı kitabımı anımsayıp
yeniden basılmasını önermiş hemen. Acele bir adet
buldurtmuşlar Yalçın Balcı'nın da okuması için ve ertesi
sabah basılmasına karar verip, Sıvas olaylarıyla ilgili
bir bölüm de ekleyerek kitabı güncelleştirmem için bana
telefon etmişler. Kitabı 200 bin adet basacaklar ve
Türkiye'de belki ilk kez bütün gazete bayilerinde,
tütüncülerde, bakkallarda, istasyon büfelerinde,
kitapçılarda satışa sunacaklardı. Güler yüzlü, sevecen,
insancıl, mizahçı Aziz Nesin'i anlatan bir kitabın da,
onu bir an önce astırtabilmek için gulu gulu dansı yapan
şeriatçı gezetelerle birlikte aynı büfede, aynı tezgâhta
yan yana satılması... Gerçekten heyecan verici bir
projeydi benim için.
''Tek koşulum, Aziz
Bey'in olur vermesidir'' demiş, hemen kabul
Cumhuriyet 09.07.2005
Yobazların hedefi Aziz Nesin
Telefon edip Aziz Bey'in
evde olduğunu öğrenir öğrenmez de Yalçın Balcı, Yalvaç
Ural ve dizinin tasarımı ile tanıtımını yürüten Bahadır
Zaimoğlu , hep birlikte bir arabaya doluşmuş evine
gitmiştik.
Hani, bu olaylardan
şuncacık bir tedirginlik duysun... Tövbe... Öylesine
neşeliydi ki Aziz Nesin.. ''Asarlar... Asarlar...''
deyip kahkahayı patlatıyor ve sürekli gırgır geçiyordu
savcıyla. Nitekim, bu gırgır arasında da, ''Sahi...
Kitabın adı da 'Asılacak Adam Aziz Nesin' olsun'' demiş,
kitabın adını da kendisi koymuştu zaten. Fakat
şeriatçıların amacı Aziz Nesin'i, galiba geride
cesedinin de kalmaması için, asmak değil yakmakmış, ama
ne acıdır ki bu uğurda tam 37 canı diri diri yaktıkları
halde, sanki bir göksel güç son anda onu alıvermişti
ellerinden... Yani, Aziz Nesin'i Sıvas'ta da
yakamamışlardı ve bu nedenle kitabın adı aslında
''Asılacak Adam'' d eğil, ''Yakılacak Adam'' olmalıydı.
Gerçi, Sıvas olayı Aziz
Nesin'i ortadan kaldırmak için kurulmuş tuzakların belki
en örgütlüsü ve en yetkinidir, ama kesinlikle ne ilk
tuzak ne de ilk ''yargısız infaz'' girişimiydi,
bilindiği gibi. Örneğin, askerlikten ayrılıp Babıâli'ye
ayak bastığı yıl 1945'te yayımlanan topu topu 16 sayfa
(bir formacık) ''Parti Kurmak, Parti Vurmak'' adlı
kitapçığından dolayı dikkatleri üstüne çekmişti ve daha
1946 Komünist Tevkifatı'nda bir oldubittiye getirilip o
da gözaltına alınmıştı hemen. Aynı yıl Marko Paşa'da
yayımlanan bir yazısından dolayı da 1947'de 10 ay hapis
4.5 ay sürgün cezasına çarptırılmıştı. Sürgünden
döndükten sonra 1948'de de ''Azizname'' adlı kitabından
dolayı, sonuçta aklanmasına karşın tam 4 ay tutuklu
olarak yargılanmıştı. 1949 yılında ise, ilginçtir, bu
kez İngiltere Kraliçesi Elizabeth , İran Şahı Rıza
Pehlevi ve Mısır Kralı Faruk bir yazısında kendilerini
küçük düşürdüğü suçlamasıyla birlikte dava açmışlar ve
Kral Faruk ile İran Şahı için de üçer ay hapis yatmıştı.
10 YILININ 6 YILI HAPİSTE
GEÇTİ
1955'te de, İstanbul
Sıkıyönetim Komutanı Nurettin Aknoz Paşa'nın ''Eminönü
alanında darağaçlarında sallandırılmaları'' buyruğuyla,
bir grup solcu arkadaşıyla birlikte 6-7 Eylül
olaylarının sanığı olarak tutuklanmıştır. 12 Eylül
döneminde de, bir kez Çatalca otobüs garajında, bir kez
Vakıf'ın girişinde uzaktan kurşunlanmış ve kılpayı
kurtulmuştur bu tuzaklardan. Bir gece de, içerde uyuyor
sanılarak Vakıf'taki odası basılmıştır. Görüldüğü gibi,
yazarlık yaşamının daha ilk gününden dertten
kurtulmamıştır başı. Defalarca gözaltına alınmış, polis
hücrelerinde emniyet müdürlerince tokatlanarak günlerce
sorgulanmış, genellikle de tutuklu olarak
yargılanmıştır. Yazarlık yaşamının ilk on yılının beş
buçuk yılını hapiste geçirmiş, hapishane hapishane
süründürülmüştür.
Uzun yıllar pasaport
verilmemiş, verildikten sonra da yurda her dönüşünde
elinden tekrar alınmıştır sanki. Suçu ise, düzeni
gülmeceye alarak iğnelemesi ve eleştirmesidir, hiç kuşku
yok ki... Bilindiği gibi, divan şiirindeki hiciv ile
halk şiirindeki taşlama dışında, Nasrettin Hoca, İncili
Çavuş, Bektaşi fıkraları ya da Keloğlan masalları
şeklindeki gülmece edebiyatı, sözlü gelenektir bizde.
Yani, yazılı gülmece edebiyatı da Cumhuriyet'le
başlamıştır. Ama, ilk yıllardaki bu edebiyat, ya sözlü
geleneğin yazıya geçirilmesi şeklindedir ya da Ercüment
Ekrem Talû 'nun ''Meşhedi Hikâyeleri'' ile Yusuf Ziya ve
Orhan Seyfi 'nin ''Akbaba'' dergisindeki fıkralar,
öykücükler şeklinde suya sabuna dokunmayan, kesinlikle
siyasal olmayan evcil yergilerdir. Yazınsal estetik
açısından da pek endişeleri olmayan bu ürünlerin tek
amacı, okuru güldürmektir.
Cumhuriyet 09.07.2005
Gülmece edebiyatının kılıç
kalemli yazarı
Aziz Nesin'in amacı
kesinlikle okuru salt güldürmek değil, gülmece
öyküleriyle güldürürken, toplumsal ve siyasal konulara
dikkatini çekerek onu düşündürmektir asıl. Nitekim,
yalnız gülmece öyküsü veya romanı yazmakla da
yetinmemiştir bu nedenle. Köşe yazıları yazmıştır,
gazetecilik yapmıştır, gazete-dergi çıkarmıştır. Oyunlar
yazmıştır. Senaristtir, skeç yazarıdır. Şairdir, yani
heccavdır, taşlamacıdır. Gerekince, kalemini kılıç gibi
kullanmasını da çok iyi bilen bir yazı savaşçısıdır aynı
zamanda. Zaten yazarlığa da 1945 yılında Tan gazetesinde
köşe yazıları yazarak (muharrir) ve radyo haberlerini
dinleyip haber yaparak (muhabir) olarak başlamıştır.
Öyle ki, 1958 yılında tam 4 gazetede birden, Akşam,
Ulus, Yeni Gazete ve Demokrat İzmir'de aynı anda köşe
yazarlığı yapmıştır. Yazarlığının daha ilk gününden
itibaren başının iktidarla derde girmesi de, hiç kuşku
yok ki gülmece öykülerini evcillikten kurtarıp,
toplumsal ve siyasal düzeni gülmeceleştirerek ele alıp
eleştiren bu yeni anlayış yüzünden olsa gerektir.
Kısacası, Aziz Nesin aynı zamanda çağdaş gülmece
edebiyatımızın da kurucusudur. Şeriatçılar 1993 yılında
Sıvas'ta Aziz Nesin'i de yakmaya, kuşkusuz gülmece
edebiyatımıza kazandırdığı bu yeni anlayış yüzünden
kalkışmamışlardır elbette.
|
Cumhuriyet 10.07.2005
Laiklik için Donkişotça savaştı
Aziz Nesin'in bu yobazlara
göre cayır cayır yakılmasını gerektiren suçu ne gülmece
yazarlığıdır, ne keskin dilli oluşudur, ne gözünü daldan
budaktan esirgemez örgütçü aydın kişiliği ve ne de
solculuğudur aslında. Suçu, ateist olduğunu ilk kez yüksek
sesle söylemesi ve ateistlerin haklarını yüksek sesle
savunan ülkemizdeki ilk kişi oluşudur, hiç kuşku yok ki.
İnsanın kendi gerçeğinin bilincine ancak dinsel tabulardan
da arınarak din eleştirisiyle kavuşabileceğini, din
eleştirisini yapamamış bir toplumun çağdaşlaşabilmesinin
olanaksızlığını açık açık dille getirmesidir. Gerektiğinde
İslamiyeti eleştirmekten bile çekinmemesidir. Örneğin,
demokratikleşebilmenin ancak laik düzenle sağlanacağını
çok iyi bildiğinden TCK'deki 163. maddenin kaldırılmaması
için sözcüğün tam anlamıyla Donkişotça savaşım vermesidir.
12 Eylül döneminde bile, bir yandan kelle koltukta kapı
kapı dolaşarak arkadaşlarıyla ''özgürlük dilekçeleri''
, ''hak dilekçeleri'' hazırlarken, bir yandan da
''inanç özgürlüğünün'' salt tek tanrılı dinlere özgü
bir hak olmadığını vurgulayarak, komünistlerin ve
ateistlerin de örgütlenmeleri için ''demokrasi
platformları'' oluşturmaya çalışmasıdır.
''Köktendincilik'' üzerine uluslararası seminerler
düzenlemeye kalkışmasıdır. Aziz Nesin, tam anlamıyla bir
entelektüeldi gerçekten de. Her gün biraz daha
postmodernleşen bu dünyada doğru bulduğu, güzel bulduğu,
doğru ve güzel olduğuna inandığı her şeyi, gözünü daldan
budaktan sakınmadan ve şuncacık bir parçasını kendisine
saklamadan halkına yüksek sesle duyuran çağımıza yakışır
bir modern aydındı. Sürekli de, yaptıklarıyla yetinmez
daha güzeli, daha doğruyu arardı. Öykü ve romanlarını
bile, nice beğenilmiş, alkışlanmış, hatta birkaç baskı da
yapmış olsa, biraz kusurlu bulunca, gözünü kırpmadan
değiştiriverirdi hemen. Örneğin, 1957 yılında çıkmış
''Gol Kralı Sait Hopsayit'' adlı romanının ilk baskısı
nice önce tükendiği halde, artık beğenmediği için dokuz
yıl sonra 1966'da bile basmak isteyen yayımcısına
''Gözden geçireceğim'' diyerek izin vermemiş ve
üzerinde tekrar çalışarak ancak 1970 yılında ''Gol
Kralı'' adıyla yeniden yayımlatmıştır. Ne var ki, bu
yeni şeklini de beğenmediği için, 90'lı yıllarda bile
''İçime sinmiyor, yeni baştan yazacağım bunu'' derdi
sık sık. Gene, ''Güvercin Kakaları'' adlı öyküsünü
de, yıllar sonra ''Bu öykü bu haliyle rezalet. Nasıl
olmuş da beğenip yayımlamışım?'' diyerek beğenmemiş,
yeni baştan yazmıştı üstelik bu kez ''Tebelleş''
adıyla. İlginçtir, öykünün bu şekliyle yayımlanmasından
tam 5 yıl sonra bir gün Çatalca'da karşılaştığı bir okuru
sevinçle boynuna sarılıp, öykülerini çok beğendiğini, hele
hele yıllar önce okuduğu ''Güvercin Kakaları'' adlı
öyküsünü hâlâ unutamadığını söylediği halde, öyküyü daha
sonraki yıllarda da ''Tebelleş'' adıyla ve bu yeni
şekliyle yayımlamayı sürdürmüştür ilk şeklini beğenmediği
için. Gene, belki yazar olarak adını bile daha önce
duymadığı Salman Rüştü' nün ''Şeytan Ayetleri''
adlı romanını da, salt düşünceyi açıklama özgürlüğünü
savunmak için cebinden ücretini ödeyerek Türkçeye
çevirtip, yayımlatmaya çalışmıştı. Yani, bu yobazların
asıl amacının, Aziz Nesin'i yalnız ortadan kaldırmak
değil, özgürlük ve demokrasi adına kellesini koparsan
ilkelerinden ödün vermeyen, halkının mutlu yarınlara ancak
laik ve sosyalist bir düzenle kavuşabileceğine yürekten
inanan bu kişiliğinden dolayı Sıvas'ta 37 yoldaşıyla
birlikte, geride bir mezarı bile kalmamacasına cayır cayır
yakarak kül etmek olduğundan galiba gerçekten kuşku
duyulmasa gerektir...
Cumhuriyet
10.07.2005
Yayıncıyla ilginç diyalog
Ogün
topluca evine gittiğimizde de, oluru almış söyleşirken
Yalçın Balcı' nın, damdan düşercesine yaptığı,
''Bütün kitaplarınızı A.D. Yayıncılık olarak rotatifle
elli bin, yüz bin basıp, bütün ülkede kitapçılarla
birlikte gazete bayilerinde, tütüncülerde satışa sunalım,
şayet anlaşırsak da hemen yarın size birkaç milyar lira
avans verelim'' şeklindeki oldukça çekici önerisi
karşısında da, gerçekten bir an bile duraksamamış, sadece
''Yayımcımdan memnunum'' demişti Aziz Bey. Yalçın
Balcı, yayıncısının kitaplarını olsa olsa en çok üç beş
bin adet basabileceğini, dolayısıyla aldığı paranın da bu
rakamlara göre belirleneceğini, oysa kendilerinin yüz bin
basacağını söyleyip yineleyerek, üstelik verilecek avansın
miktarını da habire arttırıp diretmiş de diretmişti ama,
olanaksız caydıramamıştı Aziz Bey'i. ''Yayımcımdan
memnunum'' demiş, başka bir şey dememişti doğrusu.
Lakin, gene de bu parlak önerinin etkisinde kalmış ki
demek; ''Hazırlamakta olduğum yeni bir kitabım var,
isterseniz onu da size vereyim öyleyse'' demişti en
sonunda, sanki biraz da bunca ısrara daha fazla
dayanamamış gibi. Ne ki, hemen ardından da; ''Ama bu
kitabım üç beş binden fazla satmaz, sakın ola ki yüz bin
filan basmaya kalkmayasınız ha...'' diye eklemişti
bilgiç bilgiç. Yalçın Balcı, ''Niçin? Nereden
biliyorsunuz satmayacağını daha yayımlanmadan?'' diye
sorunca da biraz öfkeli öfkeli;
''Bir öykü kitabı filan
değil ki... Gazetelerde, dergilerde çıkmış yazılarımı
topladım. Çıkmış yazılardan oluşan kitaplar pek fazla
satmaz'' diye açıklamalarda
bulunmuştu. ''Lütfen... Bari işimize karışmayın Aziz
Bey'' demişti Yalçın Balcı, gene öfkeli öfkeli.
''Kitap satmak bizim işimiz. Hangi kitabın satıp, hangi
kitabın satmayacağına biz karar veririz, siz ne
karışıyorsunuz?'' Ama, Aziz Bey de artık sinirlenmeye
başlamıştı, nasıl unuturum?
''Yahu... Benden iyi mi
bileceksiniz?..'' demişti
dikleşerek. ''Bunca yıldır sakalı Babıâli'de ağarttık,
hangi kitabın satıp hangi kitabın satmayacağını benden
daha iyi mi bileceksiniz? Bu tür kitaplar satmaz işte...
Çıkmış yazıların derlendiği deneme kitapları, taş çatlasa
üç beş bin satar ancak bu ülkede...''
Nitekim, kitabını birkaç
yüz bin basacaklarına aklı iyice yatmış demek, gerçekten
A.D. Yayınları arasında ertesi yıl 1995 yazı sonunda, Aziz
Nesin'in böyle gazete ve dergilerde çıkmış yazılarından
derlendiği bir kitabı değil, ''Aziz Nesin'in Aziz
Nesin'den Seçtikleri'' alt başlığıyla ''Sizin
Memlekette Eşek Yok mu?'' adıyla öykülerinden seçtiği
bir öykü kitabı yayımlanmıştı ve birkaç ay gibi kısa bir
sürede tam 250 bin adet satmıştı.
Cumhuriyet 10.07.2005
Menderes döneminde
iktidarla iyi geçinen yazarlar onore edilirken hükümeti
eleştirenlere hayat zindan ediliyordu
Aziz Nesin boyun eğmedi
Amatör yazar
coşkusuyla öykülerini yayımlamak için yayınevi kurmak veya
edebiyat anlayışını kamuoyuna tanıtlamak tutkusuna kapılıp
dergi çıkarmaya kalkışmak şöyle dursun, geçimini sağlamak
amacıyla yayıncılık yapan ilk yazarımız da Aziz Nesin'dir,
galiba. Çünkü, yazarların telif ücretleriyle karınlarını
doyurabilmeleri o günlerde de olanaksızdır...
Edebiyatçılar için yapılabilecek tek yan iş ise gene
gazeteciliktir. Fakat, bir gazetede iş bulabilmek de,
tıpkı bugünkü gibi iktidarların iznine bağlıdır.
1952'lerde Aziz Nesin'in Akbaba'da takma adlarla
yazabilmesi için Yusuf Ziya Ortaç, önce İstanbul
valisinden, ardından da Başbakan Menderes'ten izin almış.
İlginçtir, edebiyat
dünyamızda yazarlarımızın geçim için yayıncılık yapma
geleneğini ilk başlatan yazar da galiba Aziz Nesin'dir.
Gerçi, yayıncılığın ülkemizde hâlâ büyük sermaye için
çekici, kârlı bir iş sayılmaması yüzünden yazarlarımızın
özellikle ilk kitaplarını kendi olanaklarıyla
yayımlamaları geleneği de oldukça eskidir.
Hatta arkadaş gruplarının
bir araya gelip biriktirdikleri cep harçlıklarıyla
yayınevi kurmalarının geçmişi, günümüze ulaşmış
belgelerden çıkarabildiğimiz kadarıyla, ta 19. yüzyılın
sonlarına kadar da inmektedir. Örneğin, Hüseyin Cahit
Yalçın , Edebiyat Anıları'nda, Serveti Fünun
dergisinde çıkan şiirlerini, öykülerini kitap halinde
yayımlayabilmek için arkadaşlarına ''Edebiyat-ı Cedide
Kütüphanesi'' adı altında bir yayınevi kurmalarını
önerdiği zaman, bu buluşunu Tevfik Fikret ve
Mehmet Rauf 'un coşkuyla karşıladıklarını yazmaktadır.
Nitekim, Edebiyat-ı Cedide Kütüphanesi 1899 yılında,
Hüseyin Cahit'in Serveti Fünun dergisinde yayımlanmış
öykülerinden derlediği ''Hayat-ı Muhayyel'' i ilk
kitap olarak çıkarmıştır. İkinci kitap ise 1900'de çıkan
Tevfik Fikret'in ''Rubab-ı Şikeste'' sidir (Kırık
Saz). Hüseyin Cahit, anılarında bu olayı anlatırken de,
''Hayat-ı Muhayyel'in satışından biriken parayı Fikret'e
ödünç verdim. O da Rubab-ı Şikeste'yi bastırdı. O daha çok
satıldı. Artık bütün güçlük yenilmişti. Arkadaşlara da
yüreklilik geldi ve yayınlar birbirini izlemeye başladı''
diye yazmaktadır.
MATBAALAR KURAN BASIYOR
Gerçekten de, ilk kitabını
nafakasından keserek çıkarmamış yazar sayısı, sanırız iki
elin parmaklarını bile doldurmasa gerektir edebiyatımızda.
İkinci Meşrutiyet'in ilanının ardından, 1909 yılında
İstanbul'da genellikle Ermenilerin ve Acemlerin sahip
olduğu tam 90 matbaa ve 128 kütüphane (yayınevi)
kurulmuşsa da, bunlar dini kitaplar yayımlamaktadırlar
daha çok. Çünkü, o tarihe kadar hem bütün kitaplar
''Tabıhane-i Amire'' denilen devlet matbaasında
basılmaktadır, hem 1859'dan beri de dışarda basılmış
Kuranların, Şiilerce değiştirildiği suçlamasıyla Osmanlı
topraklarına sokulması yasaklanmıştır. Bu yasak önce
İran'dan getirilen Kuranlar için uygulanırken, zamanla
daha da genişletilmiş ve Kazan'da, hatta Kahire'de, El
Ezher'de basılmış Kuranlar bile sokulmaz olmuştur. Öyle
ki, Tabıhane-i Amire'de bastırılacak Kuranların
denetlenmesi için de ''Tedkik-i Mushaf-ı Şerif''
adıyla bir komisyon bile kurulmuştur. Sık sık da arama
yapılmakta ve yurda kaçak girmiş Kuranlar toplatılıp
yakılmaktadır. Sultan II. Abdülhamid' in tahttan
indirilmesinin gerekçeleri arasında ''Şiilerce
bastırılmış veya hatalı da olsa bir Kuran'ın yakılmasına
izin vermesi'' de suçlarından biri olarak
gösterilmiştir. Yani, 1909'larda da gerek matbaalar,
gerekse kütüphaneler için Kuran bastırmak kârlı bir iştir.
ÖĞRETMENLER YAYINEVİNDE
1919'lardan sonra ise,
Muallim Ahmet Halit Kitabevi vb. şeklindeki adlarından da
anlaşılacağı gibi, yayınevlerini de artık muallimler
(öğretmenler) kurmaktadırlar sanki. Edebiyat-ı
Cedide'ciler gibi, genç yazarların çıkardığı dergilerin
zamanla kitap yayımına başlayarak bir ''yayınevi''
haline dönüşmesi geleneği Cumhuriyet döneminde de
sürdürülmüştür kuşkusuz. Üstelik, hem siyasal
koşullardaki, hem baskı tekniklerindeki gelişmelerle
yayımlanan dergi sayısı da artmıştır, doğal olarak.
Örneğin, 19. yüzyılda
sadece tek dergi, Serveti Fünun, İkinci Meşrutiyet
döneminde de Ömer Seyfettin ''Genç Kalemler'' i ile
Yusuf Akçura 'nın ''Türk Yurdu''
yayımlanmışken, Mütareke yıllarında bile 4 yeni dergi
çıkmıştır birden. Gerçi bu sayı, Rauf Mutluay
hocanın saptamalarına göre Cumhuriyetin ilk yıllarında,
kültür devrimi ve abecenin değişmesi gibi nedenlerle
yeniden ikiye inmişse de, yayımlanan dergi sayısı 1930-40
arasında 14'e; 1940-50 arasında 17'ye; 1950-60 arasında
20'ye, 1960-70 arasında da 24'e kadar çıkmıştır. Gerçekten
de, dergi çıkarmamış yazarımız hiç yok gibidir sanki.
Örneğin, Necip Fazıl Kısakürek 1936'da Ağaç'ı,
1943'te Büyük Doğu'yu; Orhan Seyfi Orhon 1927'de
Güneş'i, 1941'de Çınaraltı'nı; Kenan Hulusi 1928'de
Meşale'yi; Orhan Veli 1949'da Yaprak'ı, Behçet
Kemal Çağlar Şadırvan'ı; Edip Cansever 1951'de
Nokta'yı; Vedat Günyol, Orhan Burian' la birlikte
1952'de önce Ufuklar, sonra Yeni Ufuklar'ı; Peyami Safa
1953'te Türk Düşüncesi'ni; Memet Fuat 1964'te
Yeni Dergi'yi çıkarmıştır. Bu dergilerden kimileri de
yazarlarının ürünlerini kitaplaştırmak için zamanla
yayınevi haline dönüşmüştür, bilindiği gibi.
Örneğin, genç şair Yaşar
Nabi' nin, arkadaşları Sabri Esat ve Nahit
Sırrı ile birlikte Cumhuriyetin onuncu yılında Atatürk
devrimlerine katkıda bulunmak amacıyla çıkarmaya başladığı
ve daha sonra tek başına sürdürdüğü Varlık dergisi, 1946
yılında Cahit Sıtkı Tarancı 'nın CHP ödülünü
kazanması üzerine ''Otuzbeş Yaş'' adlı şiir
kitabını çıkararak yayımcılığa da başlamış ve zamanla
ülkenin önemli yayınevlerinden biri olmuştur. Gene,
CHP'nin 1938 yılında açtığı öykü yarışmasında birincilik
ödülünü kazanmış Salim Şengil 'in hem 1947'de
çıkarmaya başladığı Seçilmiş Hikâyeler hem de 1957'de
çıkarmaya başladığı Dost dergileri; Hüsamettin Bozok
'un 1950'de yayımlamağa başladığı Yeditepe ve Naim
Tirali' nin 1952'de çıkarmaya başladığı Yenilik
dergileri de, bilindiği gibi yazarlarının ürünlerini de
kitaplaştıran yayınevleri haline dönmüşlerdir zamanla.
TEK YAZARLIK YETMİYOR
Ne var ki, amatör yazar
coşkusuyla öykülerini yayımlamak için yayınevi kurmak veya
edebiyat anlayışını kamuoyuna tanıtlamak tutkusuna kapılıp
dergi çıkarmaya kalkışmak şöyle dursun, salt para
kazanmak, geçimini sağlamak amacıyla yayıncılık yapan ilk
yazarınız da Aziz Nesin'dir, galiba. Çünkü, yazarların
telif ücretleriyle çoluk çocuklarının nafakalarını
sağlamaları, hatta karınlarını doyurabilmeleri o günlerde
de kuşkusuz olanaksızdır... Edebiyatçılar için
yapılabilecek tek yan iş ise, gene gazeteciliktir. Fakat,
bir gazetede iş bulabilmek de, tıpkı bugünkü gibi
iktidarların iznine bağlıdır, kişinin hükümetin şimşeğini
üzerine çekmemiş olması gerekmektedir. Örneğin, 1952'lerde
bile Aziz Nesin'in Akbaba'da takma adlarla gülmece
öyküleri yazabilmesi için Yusuf Ziya Ortaç , önce
İstanbul valisine, ardından Başbakan Menderes 'e
telefon ederek haber verip izin almıştır, anılarında
anlattığına göre. İktidarların dümen suyundaki yazarlara
gazetecilik dışında, milletvekilliği, Anadolu Ajansı'nda,
Basın Yayın'da genel müdürlük, yönetim kurulu üyeliği,
yurtdışında ataşelik, eğitim müfettişliği, büyükelçilik
gibi olanaklar da sunulmaktadır elbette. Örneğin, Yahya
Kemal ile Yakup Kadri büyükelçi yapılmıştır.
Reşat Nuri ve Cahit Külebi uzun yıllar
yurtdışında eğitim müfettişi olarak
görevlendirilmişlerdir. Hüseyin Rahmi, Sadri Ertem,
Halide Edip, Aka Gündüz, Memduh Şevket, Faruk Nafiz, Orhan
Seyfi, Yusuf Ziya, Ahmet Kutsi, Kemalettin Kamu, İbrahim
Alaattin, Samet Ağaoğlu vb. kâh o partiden kâh bu
partiden değişik dönemlerde milletvekili seçilmişler,
sıcak sudan soğuk suya sokmamışlardır ellerini. Oysa, aynı
günlerde iktidarların dümen suyuna girmeyen yazarlara
sözcüğün tam anlamıyla zindan edilmektedir dünya,
bilindiği gibi. Örneğin, Nâzım Hikmet, Orhan Kemal,
Kemal Tahir hapishane hapishane süründürülmüştür
yıllarca. Sait Faik 'in bile, daha sonra
''Birtakım İnsanlar'' adıyla yayımlanan, ''Medar-ı
Maişet Motoru'' adlı romanı komünizm propagandası
yapmakla suçlanıp toplatılmıştır. Aziz Nesin'in neredeyse
bütün ömrü, iktidar sözcülerince daha çıktığı günden
itibaren Meclis kürsülerinden lanetlenmiş ve çoğu sayısına
basımevindeyken el konulmuş, Sabahattin Ali ile
birlikte çıkardıkları ''Marko Paşa'' gazetesindeki
yazılarından dolayı ya polisten kaçmakla, ya emniyet
müdürlüklerinde, karakollarda, veya tutukevlerinde
geçmektedir. Sabahattin Ali barbarca bir cinayetle kim
vurduya getirilip öldürülmüştür tam o günlerde.
Cumhuriyet 10.07.2005
YAYINCILAR CESARET
EDEMEDİ
'Geriye Kalan'ı borç
harçla bastırdı
1946'lardan sonra ülkenin
üstüne karabasan gibi çökmüş Soğuk Savaş'ın da gizli
yönergeleriyle, artık İstanbul'da oturmalarına bile izin
verilmeyip köşe bucak sürülürlerken, bir yandan da sinsice
yöntemlerle kitaplarının basılması yasaklanan, hiçbir
yayınevinin kitaplarını yayımlamaya cesaret edemediği
ilerici yazarların ensesinde gerçekten boza
pişirilmektedir. Bu nedenle, 1945-46'larda yayımlanmış bir
iki broşürü saymazsak, Aziz Nesin de ''Geriye Kalan''
adlı ilk kitabını 1948 yılında çaresiz kendisi
bastırmıştır borç harçla. Ama ne dağıtabilmiştir ne de bir
gazetede ilanını yayımlatarak okurlara duyurabilmiştir.
Kemal Tahir de kendisi gibidir. 1950 affıyla güya
özgürlüğe kavuşmuştur, ama o tarihe kadar gazetelerde
takma adlarla tefrika edildiği zaman büyük yankılar
uyandırmış öykü ve romanlarını yayımlatacak yayınevi
bulamamaktadır. Çaresiz, dostu Asaf Ertekin 'in
İstanbul Matbaası'nda ''Martı Yayınları'' adıyla
borç harç yayımlamaya çalışmaktadır kitaplarını. Gerçi
1955'lerde Yusuf Ziya Ortaç, Akbaba dergisi adına
kitaplarını yayımlamaya başlamamış da değildir Aziz
Nesin'in. Ama, ola ki hem gene Başbakan Menderes'ten izin
almış olmasının sinsi baskısından, galiba hem de aldığı
ücretten memnun değildir. Çünkü, daha yayımlanan ilk
kitapları ''İt Kuyruğu'' , ''Yepetaş / Yedek
Parça'' , ''Kadın Olan Erkeğin Hatıraları''
okurların büyük ilgisiyle karşılanıp kısa sürede yeni
baskılar yapmıştır. Hemen ardından da ''Yepetaş''
taki ''Fil Hamdi'' adlı öyküsüyle İtalya'da 1956
Uluslararası Altın Palmiye Gülmece Ödülü'nü kazanınca,
fırsat bu fırsattır deyip Kemal Tahir'le el ele vererek
''Düşün Yayınevi'' adıyla, hem kendilerinin hem
başkalarının kitaplarını yayımlamak üzere bir yayınevi
kurmuşlardır birlikte. Gerçekten, Düşün Yayınevi
anımsadığım kadarıyla Orhan Kemal 'in, Cevdet
Kudret' in, galiba Orhan Duru 'nun da kitabını
yayımlamıştır. Ancak, 1958 yılında Aziz Nesin, artık her
nedense yayınevini Kemal Tahir'e bırakarak ortaklıktan
ayrılmış, bu kez İlhan Selçuk ve Turhan Selçuk
kardeşlerle ''Karikatür Yayınevi'' adıyla yeni bir
yayınevi kurmuştur ama.
http://www.cumhuriyet.com/cumhuriyet/m/c09.html
|
Cumhuriyet 11.07.2005
Aziz Nesin, satmayacağını bile bile mektuplar, anılar,
günlükler yayımlamak üzere Düşün Yayınevi'ni kurmuştu
Yayıncılığı ticari olarak görmedi
İlginçtir, başka yazarlarımız da geçinmek
için yayıncılık yapmaya başlamışlardır. Örneğin, Şükran
Kurdakul önce Taksim Gümüşsuyu'nda bir kitabevi açmış ve
Yelken dergisini yönetmeye başlamış, 1958 yılında da Ataç
Yayınevi'ni kurmuştur. 27 Mayıs 1960 devriminden sonra ise
kuşkusuz 1961 Anayasası'nın da yüreklendirmesiyle,
yayınevi sayısı birden çoğalmaya başlamıştır. Örneğin Gün,
Sol, Ağaoğlu, Sosyal, Cem, May vb. gibi o günlerde kurulan
birçok yayınevinin yanı sıra, anımsadığım kadarıyla Vedat
Günyol Çan Yayınları adı altında kitap yayımına başlarken,
1960'ta Memet Fuat De Yayınevi'ni; 1964'te Remzi İnanç
Toplum Yayınevi'ni; 1965'te Fethi Naci Gerçek Yayınevi'ni;
1966'da Kemal Demirel Yankı Yayınevi'ni, Bülent Habora
Habora Yayınevi'ni; 1967'de Yaşar Kemal , önce Doğan
Özgüden ile birlikte Ant Yayınevi'ni, bir süre sonra bu
kez bir hemşerisiyle Ararat Yayınevi'ni, 1980'lerde oğlu
Raşit Gökçeli ile Toros Yayınevi'ni; 1968'de Cengiz
Tuncer, Aydın Emeç 'le E Yayınevi'ni; gene o günlerde
Orhan Kemal, Nurer Uğurlu ile, adının ilk harflerinden ad
yaparak OK Yayınevi'ni; 1970'te Hayati Asılyazıcı Sinan
Yayınevi'ni; 1971'de Günel Altıntaş Soyut Yayınevi'ni;
1975'te Tarık Dursun K. Koza Yayıevi'ni; 1977'de Ferit
Edgü Ada Yayınevi'ni, Necati Tosuner Derinlik Yayınevi'ni,
Afşar Timuçin Kavram Yayınevi'ni kurmuşlardır
saptayabildiğim kadarıyla. Ama ne ilginçtir ki, Aziz Nesin
'in İlhan Selçuk ve Turhan Selçuk 'la ortaklaşa kurdukları
Karikatür Yayınevi de, görünmez güçlerce 1963 yılı
Şubatı'nda bir pazar günü kundaklanıp, faili meçhul bir
yangınla tam 110 bin kitapları yakılarak sona
erdirilmiştir. Bu olayın ardından Aziz Nesin Bilgi
Yayınevi'yle anlaşmışsa da, anımsadığım kadarıyla çok
sürmemiştir bu işbirliği ve 1965'lerde kitaplarını gene
Düşün Yayınevi adına kendisi yayımlamaya başlamıştır.
BU ADAMA DAYANAMIYORUM
Ancak, kısa bir süre sonra Tekin Yayınevi ile, bir çeşit
ortaklık şeklinde çok özel koşullar içeren bir anlaşma
yaparak yayımcılığa ara vermiştir gene. Ne var ki,
''Yaşasın Aziz Nesin'' adlı anılarımda ''Aziz Nesin Çok
İyi Bir Savunman Olduğuna da İnanırdı'' başlıklı bölümde
de anlattığım gibi, 1978 yılı sonlarında birden ''Bu adama
daha fazla dayanamayacağım'' diyerek anlaşmayı bozmuş ve
bütün kitaplarını çekip almıştı. Yayınevi sahibi ise, Aziz
Bey'in bu öfkesinin nedenini bir türlü kavrayamadığından,
ne zaman karşılaşsak hemen bu konuyu açıyor ve aracı
olmamı, barıştırmamı istiyordu benden. Aslında Aziz Bey
de, gördüğüm kadarıyla zor durumdaydı. Güya bu amaçla
ortak olduğu Cem-May Dağıtım Şirketi'nin bir odasında
kitaplarını gene kendisi yayımlayacaktı, ama bu işlere
ayıracak zamanı yoktu kesinlikle.
PARASI PULU KENDİSİNİN OLSUN
Dolayısıyla barışmasını, çıkarları açısından ben de en iyi
çözüm olarak görüyordum. Fakat, Nuh diyor, peygamber
demiyordu. ''Bu işten büyük zarara uğradığımı ben de
biliyorum Demirtaş'' diyordu. ''Ama dayanamıyorum bu
adama.'' Anlattığına göre, 1978 sonbaharında sahnelenen
''Toros Canavarı'' adlı oyununun galasına kendisini
Üsküp'e çağırmışlar yayınevi aracılığıyla. Bu çağrıyı
öğrenen Yugoslav göçmeni yayınevi sahibi, ''Aziz Ağbi,
otomobilimle ben götüreyim sizi, birlikte gidelim''
deyince de, hiç kuşku yok, hem otobüs yerine otomobille
gideceğini, hem yol parasından kurtulacağını hem de
kendisine bedava Sırpça dilmaçlık yapacağını düşünerek
mutlaka, önerisini kabul etmiş hemen. Doğal olarak galaya
da birlikte gitmişler. Oyun Türkçe oynanıyormuş zaten ve
seyircilerin de tamamı Türk'müş. Ama, oyun bittikten sonra
sahneye de kendisiyle birlikte çıkmış yayıncı.
Seyircilerin oyunla ilgili Türkçe sorularını yanıtlarken
de hemen atılıp Aziz Bey'in sözünü keserek, ''Yani Aziz
Bey demek istiyor ki...'' diye başlıyormuş hemen. Bir...
Üç... Beş... ''Yaptığı kabalığın bile farkında değildi
cahil herif. Düşünsene, ben derdimi Türkçe anlatamıyorum,
o cahil anlatıyor. Parası da kendinin olsun, pulu da...
Görmeye bile dayanamıyorum'' demişti Aziz Bey.
Kısa süre sonra da Adam Yayınevi'yle anlaşmıştı ve gerek
bütün kitaplarını hemen yayımlattığı, gerekse telif
ücretini düzenli biçimde ödediği için yayınevinin sahibi
Nazar Büyüm 'den de hep sevgiyle söz ederdi.
Ne var ki, aynı günlerde gene Düşün Yayınevi'ni kurdu
yeniden, ama sanırım bu kez oğlu Ahmet Nesin 'in adına.
Üstelik satmayacağını bile bile, ünlü yabancı yazarların,
eşlerinin, sanatçıların ülkemizdeki herhangi bir
yayınevinin kesinlikle yayımlamayacağı mektuplarını,
anılarını, notlarını, günlüklerini yayımlamak üzere...
Yayıncılığı da, kesinlikle salt ticari bir iş değil,
yazarlığın olmazsa olmaz bir parçası sayardı çünkü Aziz
Nesin, yakın tanığıyımdır.
Cumhuriyet 11.07.2005
Aziz Nesin, Vatan gazetesinde 79 gün süren Nâzım Hikmet
üzerine yazdığı yazıların büyük tepki almasına çok üzülür,
kırılır...
'Nâzım da insandı, zaafları vardı'
Aziz Nesin, Nâzım Hikmet üzerine yazdığı
yazılara gelen tepkilerden ne zaman söz edilse hemen
sinirlenir, alı al moru mor bağırarak, ''N'apayım, yalan
mı yazayım, Nâzım da insandı, elbette birtakım zaafları
vardı'' diye bağırarak savunuya da kalkışırdı ya, öylesine
kırılmıştı ki bu olaylardan...Vatan'da çıkan yazılarını
niçin kitaplaştırmadığını soranları, hemen ''Yeniden
gözden geçireceğim'' der sustururdu. ''Şen Olasın Nâzım
Hikmet'' adını da, mutlaka bu kırgınlıkla değiştirmiş ve
kendisi ''Türkiye Şarkısı Nâzım'' yapmış...
Oğulları, bilindiği gibi Aziz Nesin 'in ardında bıraktığı
kimi dosyaları da kitap halinde yayımlamışlardır ölümünden
sonra. Örneğin Ahmet Nesin , eminim ''Babam mektuplarının
ve güncelerinin bu dizide yayımlanmasına acaba ne derdi?''
diye bir an bile düşünmeden, babasının salt ünlü yabancı
yazarların güncelerini, anılarını, mektuplarını
yayımlatmak için kurduğu Düşün Yayınevi'nin önce
''Mektuplar'' dizisinde, babasının Ali Nesin 'e yazdığı
mektuplarla onun yanıtlarını ''Ali Nesin'le
Mektuplaşmaları'' adıyla 1994 yılında; ardından ''Günce''
dizisinde babasının eski yazıyla tuttuğu güncelerinin
1951-1971 yılları arasındaki bölümünü de yeni yazıya
aktartarak 1996 yılında ''Mum Hala'' adıyla yayımlamıştır.
Ali Nesin de, yazdığı önsözde ''Ölümünden sonra Aziz
Nesin'in arşivinden Nâzım'a değgin 10 büyük klasör belge,
not, kupür ve fotoğraf çıkmıştır. Klasörlerden ikisi Aziz
Nesin'in eski notlarından oluşmaktadır. Yeni yazıya
çevrildiğinde, notlar Nâzım Hikmet üzerine yeni bir kitap
oluşturabilirler'' şeklinde bir de açıklama notu koyarak,
kitabın sonuna eklenmiş ''Yankılar'' bölümünde de
belirtildiği gibi, babasının, daha önce Vatan gazetesinde
8 Temmuz-21 Eylül 1976 tarihleri arasında tam 79 gün ''Şen
Olasın Nâzım Hikmet'' adıyla tefrika edilmiş Nâzım
Hikmet'le ilgili değerlendirmelerini, derlediği bilgileri,
anıları, yorumları içeren yazılarını ''Türkiye Şarkısı
Nâzım'' adıyla yayımlatmıştır 1998 yılında Adam Yayınları
arasında.
NÂZIM HİKMET YAZILARI
Nasıl unutulur?.. Aziz Nesin'in bu yazıları Vatan
gazetesinde tefrika edilirken, kendisinin kesip
dosyaladığı kuşkusuz kitabın sonuna eklenmiş ''Yankılar''
bölümündeki soruşturma yanıtları, eleştiriler ve
mektuplardan da anlaşılacağı gibi, sözcüğün tam anlamıyla
kıyamet kopmuştu edebiyat dünyamızda, görgü
tanığıyımdır... Bir yandan Adnan Cemgil, Müzehher Vâ-Nu,
Nâzım'ın kız kardeşi Samiye Yaltırım, Faik Muaffer Amaç
vb. gibi yakın dostları, bir yandan başta Kemal Sülker ve
Şükran Kurdakul, Asım Bezirci, Arif Damar, A. Kadir,
İbrahim Balaban gibi meslektaşları ne bencilliğini
bırakmışlardı bu yüzden, ne kendini aşırı beğenmişliğini,
ne kıskançlığını ne de çıkarcılığını... Kimileri Nâzım
Hikmet'i kıskandığı ve edebiyatımızdaki yerine göz diktiği
için böyle davrandığını savlamıştı. Kimileri, zaten
komünist değildi ki diyerek, TKP düşmanlığından dolayı onu
küçük düşürmeye çalıştığını ileri sürmüştü. Hatta,
homoseksüel olduğu için böyle davrandığını söyleyenler
bile çıkmıştı. Nitekim tefrika da, Ali Nesin'in ''Geride
Nâzım Hikmet'in yaşamı üzerine bir kitap oluşturacak kadar
daha yazı var'' diyerek belirttiği gibi, büyük bir
olasılıkla ikinci bölümü de yazılmış olduğu halde, salt bu
saldırıların yılgınlığıyla Aziz Bey tarafından kesilmiş
olsa gerek ki, yazılar sona erdirilirken gazete
yöneticileri, ''Birinci Bölüm Sona Ererken Vatan'ın
Açıklaması'' başlığıyla ''Aziz Nesin, gözlerindeki glokom
hastalığının artması nedeniyle çalışamadığından, bu dizi
yazılarına bir süre ara vermek zorunda kalmıştır. İyileşir
iyileşmez, Nâzım'ın yaşamının ikinci bölümünü yazacak ve
bu yazıları Vatan'da yayımlanacaktır. Bu konuda gelen
eleştiri ve açıklama mektupları da, dizinin ikinci
bölümüne girecektir'' diye bir not düşerek, güya sağlık
nedeniyle Aziz Nesin yazamadığı için kesilmiş gibi bir
gerekçe uydurmak zorunda kalmışlardır sanki.
SERTEL'İN SON DAMLASI
İlginçtir, Aziz Bey tam o günlerde bir de, 1945'teki ünlü
Tan olayından canını zor kurtarıp gizlice yurtdışına
gitmiş ve tam 32 yıldır gurbette yaşayan yakın dostu
Zekeriya Sertel 'in ülkeye dönebilmesi için uğraşmaktadır.
Bir yandan Ecevit hükümetinden izin koparmaya çalışırken,
bir yandan da kamuoyu oluşturmak amacıyla, bir dış gezi
dönüşünde yanında getirdiği Sertel'in ''Nâzım Hikmet'in
Son Yılları'' başlıklı anılarının Milliyet gazetesinde
yayımlanmasına aracılık etmektedir söylentilere göre.
İşte, bu tefrikaların ardından kısa bir süre sonra
Milliyet gazetesinde yayımlanmaya başlanan bu anılarda da
Zekeriya Sertel'in Nâzım Hikmet hakkında hemen hemen aynı
şeyleri yazması, üstelik bir de Sovyetler Birliği'ni
eleştirmesi, sanki suyu taşıran son damla olmuş ve ateşin
üzerine benzin dökülmüş gibi, saldırılar daha da
alevlenmişti bir anda. Anımsadığım kadarıyla, TYS Yönetim
Kurulu üyesi arkadaşlarımız Kemal Sülker'le Şükran
Kurdakul, bu anıların yayımlanmasına aracılık ettiği için
sendika başkanlığından da ayrılmasını istemişlerdi Aziz
Bey'in ve bu kırgınlıkla gerçekten TYS başkanlığından da
istifa etmişti. Ve ne acıdır ki, Dışişleri Bakanlığı'nın
oluruyla İstanbul'a gelen Zekeriya Sertel de koparılan bu
fırtına yüzünden yurda sokulmamış ve bir gece Yeşilköy'de
tutulduktan sonra yeniden Paris'e gönderilmişti ertesi
sabah.
AZİZ NESİN'İN KIRGINLIĞI
Gerçi daha önce de yazmıştım, bu konu ne zaman açılacak
olsa, hemen sinirlenir, alı al moru mor bağırarak,
''N'apayım, yalan mı yazayım, Nâzım da insandı, elbette
birtakım zaafları vardı'' diye bağırarak savunuya da
kalkışırdı ya, öylesine kırılmıştı ki bu olaylardan...
Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra eşi Vera
Tulyakova 'nın dahi artık ''Komünist şair'' denilmesine
şiddetle karşı çıkarak Nâzım'ın salt ''aşk şairi''
olduğunu savunduğu günlerde, 1990'lı yıllarda bile,
Vatan'da çıkan yazılarını niçin kitaplaştırmadığını
soranları, hemen ''Yeniden gözden geçireceğim'' der
sustururdu. Kaç kez tanık olmuşumdur... ''Şen Olasın Nâzım
Hikmet'' adını da, mutlaka bu kırgınlıkla değiştirmiş ve
kendisi ''Türkiye Şarkısı Nâzım'' yapmıştır... Kuşkum
yok...
Ancak hemen şunu da belirteyim ki, Vatan'da yayımlanırken
nasıl olsa önümüzdeki günlerde kitap halinde çıkar diyerek
tamamını okumadığım için, kitabı da bu kaygıyla tedirgin
ele almıştım doğrusu. Ama, bütün içtenliğimle söyleyeyim
ki, Vâlâ Nurettin 'in Bu Dünyadan Nâzım Geçti'si de dahil,
Nâzım Hikmet üzerine bu denli ilginç ve güzel bir başka
kitap daha okuduğumu anımsamıyorum.
Cumhuriyet 11.07.2005
Aziz Nesin'in Okuduğu Kitaplar
Burada asıl sözünü etmek istediğim kitap
ise, Aziz Nesin'in 2000 yılında gene Adam Yayınları
arasında çıkmış ''Okuduğum Kitaplar'' adlı dosyasıdır.
Nasıl unuturum?.. İzmir Fuarı 20 Ağustos'ta açıldığından
belediyenin TYS'ye verdiği pavyonu onartmak için 1979'un
Ağustos başında Aziz Bey'le birlikte gitmiştik İzmir'e.
Hikmet Çetinkaya 'nın yol göstericiliğinde kapı kapı
dolaşarak onarım giderlerini üstlenecek kuruluş arıyorduk.
Pavyondaki kitap satışlarını düzenleme işi için de gene
Ege'deki en büyük kitap dağıtım kuruluşu olan Datiç'le
anlaşmıştık. Datiç'in sahibi, bu anlaşmanın onuruna bizi
öğleyin deniz kıyısında salaş bir balık lokantasına
götürmüş, güzel bir öğle rakısı içmiştik. İşte o gün
öğleyin, ola ki hem bir iki yudum da içmenin hem de demek
hâlâ havasından çıkamamış olmanın coşkusuyla, ''Belki
Yarın Anlarlar'' adlı son öykümü keyifle uzun uzun
anlatmıştım, nasıl unuturum?..
AVŞALI ÇOCUK'U İSTEDİ
Aradan yedi sekiz ay geçmişti. 1980 yılının Mayıs veya
Haziran başı olmalı. Yunanistan'a gitmeden önce sendikaya
uğramıştı. ''Yahu Demirtaş, İzmir'de Datiç'in sahibiyle
yemek yerken sen bize bir öykü anlatmıştın, o yayımlandı
mı?'' dedi. ''Aman ağbi'' , dedim. ''Kitap halinde
yayımlanalı en az altı ay oldu. Avşalı Çocuk adlı o
kitabımı imzalayıp size de vermiştim daha çıktığı gün.''
''Yooo'' , dedi. ''Hatırlamıyorum. Vermedin galiba. O
öykünü merak etmiştim. Bakalım anlattığın gibi güzel
yazabilmiş misin? Orada okurum hiç olmazsa... Yarın o
kitabından bir tane daha getirsene...'' diye ekledi.
''Avşalı Çocuk'' adlı kitabımdan hemen ertesi gün bir tane
daha getirip imzalayıp verdim. Merakla bekliyordum
dönmesini.
Geziden döner dönmez de, hani hoş geldin bile demeden,
''Nasıl buldun bari öykümü ağbi?'' diye sordum hemen.
''Okudum'' dedi. ''Ama bak, sana soruyorum, öykülerin
üzerine düşüncemi yazayım mı, yoksa şimdi mi söyleyeyim?''
''Aman ağbi'' , dedim hemen, ''Aziz Nesin bir öyküm
hakkında yazı yazacak... Benim için ne büyük mutluluk...
Yaz tabii...''
''Ama pişman olmak yok sonra,'' dedi... ''Bir daha
soruyorum, yazayım mı, yoksa sana şimdi mi söyleyeyim?''
Hani, bu ısrarı karşısında ürkmeye başlamadım da değil
doğrusu. Ama yiğitliğe toz kondurmadan, ''Yaz ağbi''
dedim. ''Niçin pişman olacak mışım Aziz Nesin'in
eleştirisinden?'' ''Bak, bir kez daha tekrar ediyorum''
dedi gene sakin sakin. ''Yazayım mı, yoksa şimdi mi
söyleyeyim düşüncelerimi?''
Öylesine bozulmuştum ki... ''Yahu ağbi, dedim o öfkeyle,
sinirli sinirli. Üç beş sayfalık bir öyküde ne suç
işlemişim ki beni bunca tehdit ediyorsunuz? Vazgeçtim,
şimdi söyleyin!''
''Pekâlâ...'' dedi. ''Notlarım yanımda değil, gelecek
sefere yanımda getireyim de düşüncelerimi sana
söyleyeyim.''
BENİM İÇİN SÜRPRİZ OLDU
Merakla bekliyordum gelmesini. İlk buluşmamızda da
''Notlarını getirdin mi ağbi?'' diye yapıştım yakasına
hemen. ''Unuttum'' dedi. Birkaç kez daha yineledim. Hep
''Unuttum'' diyordu. İşte, yıllar sonra Aziz Nesin'in
gerçekten de okuduğu her kitap hakkında kendisi için
notlar tutup eleştiriler yazdığını ve oğlu Ali Nesin'in
de, bu notların bir bölümünü ''Okuduğum Kitaplar'' adıyla
yayımlattığını duyunca, öylesine heyecanlandım ki... Neler
yazmıştı acaba öyküm için de, getirip bana gösterememişti?
Ama, ne ''Avşalı Çocuk'' adlı kitabım ne de ''Belki Yarın
Anlarlar'' adlı öyküm ile ilgili bir not vardı yayımlanan
bu kitapta. Fakat benim için tam bir sürpriz oldu. Çünkü,
Aziz Bey, günlerce emek verildiği belli, olaylar Adana'da
geçtiği için anlatılan atmosferin tamamlanması amacıyla
romancının dili olarak da kullandığım yerel deyim ve
sözcükleri tek tek saptayarak dilimi yerden yere vurduğu,
tam 13 kitap sayfası uzunluğunda, ciddi bir eleştiri
yazmıştı ''Cadı Fırtınası'' adlı romanım üzerine.
Doğrusu, Ali Nesin'in de önsözde belirttiği gibi, Aziz
Nesin bu notlarda ne hatır gönül gözetmişti ne de bir
başkasınca eleştirilmekten çekinmişti yargılarını
açıklarken. Örneğin, İlhan Berk için, ''Hele şu İlhan
Berk... Hele şu 'Taşbaskısı' adlı kitabındaki şiir diye
verdikleri... (...) Tek dizeli bir şiiri var, şiir demeye
utanıyorum, o dizenin altına 'höst!' diye yazmışım. (...)
İlhan Berk ve onun gibiler, gerçek eleştirilere
uğramadıkları, tersine kendi gruplarında ya da özel
ilişkileri ortamında sürekli övüldükleri için öyle
şımarmışlar, kendilerini öyle büyük görmeye başlamışlar
ki, geğirseler keramet saçtıklarını, şiir söylediklerini
sanıyorlar'' diye yazmaktadır.
Bu nedenle, hele hele Ali Nesin'in belirttiğine göre
geride daha ''dört klasör dolusu'' eleştiri notunun
bulunduğu düşünülürse, ''O öyküm için acaba ne demiş?''
diyerek gerçekten tedirgin olduğumu itiraf etmeliyim
doğrusu...
SÜRECEK
|
Cumhuriyet 12.07.2005
Bedrettin Dalan'ın seçim kampanyası
sırasında ziyaret ettiği TYS'de ilginç diyaloglara sahne
olunur
Aziz Nesin-Bedrettin Dalan atışması
Aziz
Bey'le ilgili elime geçen belgeleri, fotoğrafları, gazete
kesiklerini, notlarımı biriktirdiğim dosyada Melih Aşık
'ın Güneş gazetesindeki ''Arka Pencere'' başlıklı
köşesinde çıkmış bir yazısını da kesip saklamışım. 25 Mart
1984 tarihli yerel seçimlerde İstanbul Belediye Başkanı
olan Bedrettin Dalan 'la Aziz Nesin arasında geçmiş
ilginç bir konuşma aktarılıyor bu kesikte.
Melih Aşık bu öykücüğü
kitaplarından birine de almış mıdır, bilmiyorum. Ama bu
olaya ben de tanık olmuş ve 1984 yılı Ağustos ayında
yayımlanan ''Çağımızın Nasrettin Hocası: Aziz Nesin''
adlı kitabımda ''Bedrettin Dalan'ın Aziz Nesin'e On Yıl
Sonra Ödediği Borç'' başlığıyla anlatmıştım.
Dolayısıyla buraya aktarmakta sakınca görmüyorum.
Gerçekten, Bedrettin Dalan
seçim kampanyası sırasında TYS Yönetim Kurulu olarak
bizlerle de görüşmüştü Aziz Bey'in Nişantaşı'ndaki çalışma
evinde.
Gerçi kitapta adını
vermemişim ama, Bedrettin Dalan'ın TYS Yönetim Kurulu
olarak bizlerle de görüşmek istediği haberini o günlerde
ANAP için kamuoyu yoklamaları yapan Bülent Tanla
getirmişti. Bir görüşmeleri sırasında TYS İkinci Başkanı
olarak adım geçince, ''Sahi, Yazarlar Sendikası'nı da
ziyaret etmeliyim'' demiş Bedrettin Dalan. 12 Eylül
cuntasının TYS'nin de çalışmalarını durdurup hakkında dava
açtığı ve davanın hâlâ sürdüğü, yani sendikanın kapalı
olduğu kendisine anlatılınca da; ''Madem ziyaret
edemiyorum, öyleyse onlara bir akşam yemeği vereyim, orada
görüşelim'' demiş bu kez de, Bülent Tanla'nın
getirdiği habere göre.
Bu öneriyi arkadaşlara
ilettiğimde, nasıl unuturum, sözcüğün tam anlamıyla bir
şamata kopmuştu yaptığımız o gizli yönetim kurulu
toplantısında. Başta Aziz Bey, arkadaşların çoğu şiddetle
karşı çıkıyordu böyle bir görüşmeye. Biz birkaç kişi ise,
''Şayet sendika açık olsa, o da çat kapı gelse içeriye
almayacak mıydık?'' diyerek bir orta yol bulunmasını
öneriyorduk.
Saatlerce tartışmış ve
sonuçta, sanki Bedrettin Dalan'ı destekliyormuşuz gibi bir
görüntü vermemek için de, önce el altından haber gönderip
SHP İstanbul Belediye Başkan adayı Korel Göymen'in
bizi ziyaret etmesini sağlayıp, Bedrettin Dalan'la da Aziz
Bey'in Nişantaşı'ndaki evinde daha sonraki bir tarihte
görüşülmesine karar vermiştik. Gerçekten de, SHP'nin basın
danışmanı Ayşegül Dora aracılığıyla haber gönderip
Korel Göymen'in ziyaret etmesini zar zor sağlamış, ondan
sonra görüşmüştük Bedrettin Dalan'la... Hatta öyle ki,
görüşmeye yönetim kurulu üyesi arkadaşlarımdan kimileri
özellikle katılmamıştı. Aziz Bey de konukları
karşılamamış, gene özellikle üç beş dakika geç gelmişti
toplantıya, yandaki odasından.
Nitekim, Melih Aşık'ın
köşesinde yayımlanan, uğurlama sırasında Bedrettin
Dalan'la Aziz Nesin'in öpüştüğü fotoğrafta da Vedat
Türkali ile Adnan Özyalçıner' den başka kimse
gözükmemektedir geride.
'BENİ ORASI BİLE
BARINDIRMADI'
Melih Aşık'a da, Bedrettin
Dalan'la gelen gazetecilerden biri mi not tutmuş da
iletmiş, yoksa bizim arkadaşlardan biri mi anlatmış veya
yazıp vermiş, o toplantıyla ilgili bilgileri?.. Gerçekten,
öyle güzel, öyle keyifliydi ki Aziz Bey'le Dalan'ın bu
birbirlerini tatlı tatlı iğneleyici, anıştırmalı
atışmaları... Nasıl olmuş da atlamışım?
Melih Aşık'ın hoşgörüsüne
sığınarak aynen alıyorum aşağıya:
''Anavatan Partisi
İstanbul belediye başkan adayı Bedrettin Dalan, geçen
hafta sonu Türkiye Yazarlar Sendikası Yönetim Kurulu
üyeleriyle bir sohbet toplantısı yaptı. Sohbet edilirken,
Bedrettin Dalan, diğer başkan adaylarının bir toplantıda
İstanbul ile ilgili bir şiir okuyamadıklarını, ancak
kendisinin iki şiir birden okuduğunu söyledi. Söz Aziz
Nesin'in kitaplarına gelince de,
'Aziz Bey'in kitaplarından bir ikisini
okudum' dedi. Aziz Nesin takdirini, 'Sizi çok
sevdik. Hem İstanbul'la ilgili şiir biliyorsunuz hem de
benim kitaplarımı okumuşsunuz'
sözleriyle belirtti.
Bir ara söz Markiz
Pastanesi'nin kurtarılmasından açıldı. Aziz Nesin farklı
düşünüyordu: 'Markiz'in
kurtarılması için aydınlarımız fazla yaygara kopardılar.
Çünkü bizim aydınlar kıçlarının birer saat oturduğu yeri
tarih sayarlar. Markiz, tarihi açıdan pek öyle önemli yer
değildir. Duvarlarında 4 tane çini pano vardır, o kadar'
dedi. Nerelerin kurtarılması
gerektiği üzerinde durulurken de, Aziz Nesin:
'Mesela Sultanahmet Cezaevi
bir kültür sarayı haline dönüştürülebilir'' dedikten
sonra ekledi: 'Ziyaretçileri gezdirirken rehberler,
burada Aziz Nesin yattı, şurada Emil Galip Sandalcı
kaldı, orada Vedat Türkali konakladı gibisinden tarihi
bilgi de verebilirler.' Bedrettin Dalan, İstanbul'un
tarihi yerlerine sahip çıkma konusunda eskiden beri titiz
olduğunu, üniversite eğitimi sırasında Fatih medresesinde
yatıp kalktığını anlattı ve: 'Evet Aziz Bey, bu
medrese beni tam 5 yıl barındırdı'
dedi.
Aziz Nesin, gülerek;
'Beni orası bile barındırmadı
beyefendi' karşılığını verdi. Sohbet gülüşmelerle
başladı ve yine öyle bitti...''
Güneş gazetesi, 14
Mart 1984
Cumhuriyet 12.07.2005
Edebiyat Cephesi'nde çıkan bir yazıma
öfkelenen usta yazar 'Artık cenazeme bile gelmesin' diye
haber gönderdi
Yaşar Kemal beni görmek istemiyor
1981
yılı sonbaharı olsa gerek... Aziz Bey, kim iletmiş, artık
kimden duymuşsa, bir sabah erkenden telefon etmişti eve,
''Yahu dün gece n'apmışsın öyle?'' diye keyifli
keyifli kahkahalar atarak... Dosyadaki notta olayı
ayrıntılarıyla anlattığım halde, her ne hikmetleyse hem
tarih vermemişim hem de kişilerin adlarını nokta nokta
geçmiş, yazmamışım. Oysa, çok iyi anımsıyorum... 12 Eylül
günü akşam saat beşte bir manga er ve sivil polisle evi
basıp beni de götürmüşler, üç ay kadar tutuklu kalmıştım
bir topçu kışlasında. Bırakılmamın haftasında da, bu kez
oğlumu gözaltına almaya gelmişlerdi eve. Çaresiz, önce
oğlumun Avusturya'ya kaçmasını sağlamıştım 1981 başında,
hemen ardından da ben kimseye haber vermeden Almanya'ya
gitmiştim, sığınmak üzere. Ne ki, karımla kızımı
getirtemediğim için, üç ay sonra yurda döndüm. Yani, 1981
yılı sonbaharı olsa gerek... Sevgili Arif Keskiner
, çocukluğunda başından geçmiş bir olayı, kuduz bir
köpeğin ısırdığı sekiz dokuz çocuğun, Osmaniye'deki
hastanede o yıllarda kuduz iğnesi bulunmadığı için, yaşlı
bir nenenin yönetiminde iğne olmak üzere götürüldükleri
Adana'daki serüvenlerini kardeşi Abdurrahman Keskiner
'in Umut Film'i adına sinemaya aktarmaya karar vermiş ve
benden bu olayla ilgili bir film öyküsü yazmamı istemişti
işte tam o günlerde. Meğer daha önce de bir iki kişiye
anlatıp yazdırmış, ama beğenmemiş. Zaten nicedir işsizdim.
Üstelik, olay hem İkinci Dünya Savaşı yıllarında, hem de
Çukurova'da geçiyordu, bu nedenle ilginç gelmişti bana.
Nitekim, kuduz olayını bir eğretilemeyle Nazi
İmparatorluğu'yla ilişkilendirip öyküye siyasal bir boyut
da kazandırarak, daha sonra ''Çocuklar Çiçektir''
adıyla çekilen filmin gerilimini bu koşutluk üzerine
kurmayı tasarladım. Arif'le de anlaşmıştık. Ne var ki,
nicedir İsveç'te yaşayan Yaşar Kemal de tam o
günlerde yurda dönmüş ve Umut Film ''Yılanı
Öldürseler'' adlı romanını filme almaya karar verdiği
için onunla da senaryo çalışmalarına başlamışlardı. Ve,
Yaşar Kemal ile dehşetli açıktı aramız. 1979 yılında
Edebiyat Cephesi'nde çıkan bir yazıma öfkelenip, İsveç'ten
''Artık cenazeme bile gelmesin'' diye haber
göndermişti bana. Bu nedenle, Arif'lerle benim de bir
senaryo çalışması yaptığımı öğrenir öğrenmez, hemen
öfkeyle ''Yüzünü bile görmek istemiyorum onun''
diyerek ambargoyu koymuştu, Arif'in anlattığına göre.
Çaresiz, askıya alınmıştı çalışmamız. Oysa, öylesine çok
gereksinimim vardı ki o senaryo çalışmasından alacağım
ücrete. Arif de, bizi bir an önce barıştırabilmek için
içtenlikle uğraşıyordu ya, olanaksız denk düşüremiyordu
bir türlü bir araya gelmemizi... Bilindiği gibi, terör
1979 yılında gemi iyice azıya almış ve faili meçhul
cinayetlerle gerçekleştirilen aydın kıyımı ülkeyi
gerçekten de sözcüğün tam anlamıyla bir can pazarına
döndürmüştü ilericiler için. Yaşar Kemal de o yıl,
söylentilere göre bu nedenle Stokholm'de bir ev kiralamış
ve İsveç'e yerleşmişti. Bir rastlantıyla ben de tam o
günlerde Edebiyat Cephesi adıyla on beş günlük bir
edebiyat dergisi çıkarmaya başlamıştım.
Cumhuriyet 12.07.2005
Nobel yazımı yanlış anladı
Sanırım
1977'lerde Ankara'da yayımlanan küçük bir dergi atılım
yapmaya karar verip, Önder Şenyapılı 'yı yazıişleri
müdürlüğüne, Yalçın Küçük 'ü de hem yazı kadrosuna
almış hem de danışmanlığa getirmişti. Ben de, onların
önerisi üzerine, hem derginin İstanbul temsilcisi
olacaktım hem de her hafta biri sinema ve tiyatro
çevresinden bir ünlüyle yapılmış röportaj, biri güncel bir
olayla ilgili haber yorum, bir de edebiyat çevresiyle
ilgili bir gülmece yazısı olmak üzere üç yazı yazacaktım
belirli bir ücret karşılığında. Gerçekten de, hemen bir
iki gün içinde üç yazıyı da tamamlayıp göndermiştim
Ankara'ya. Ne var ki, Yalçın'la Önder, daha ilk sayının
hazırlanması sırasında, galiba hem yazı kadrosu hem de
ödenecek ücretler konusunda patronla anlaşmazlığa düşünce
bana haber bile vermeden ayrılmışlardı dergiden.
Dolayısıyla, ne yazılarım yayımlanmıştı ne de ücretimi
alabilmişitim. İşte o dergi için hazırladığım ''Nobel
Yolu'' adlı edebiyat çevresiyle ilgili gülmece yazısı
da, demek bu olaylar Nobel Edebiyat Ödülü'nün dağıtıldığı
günlere denk düşüyormuş ki, Yaşar Kemal'le ilgiliydi.
Yazıda da, bugüne dek verilmiş Nobel edebiyat ödüllerinin
kıtalara ve ülkelere dağılımıyla ilgili istatistiki
bilgileri aktardıktan sonra, aslında hem bu ödülün bizden
birine verilmeyeceğini hem de fazla önemsenmemesi
gerektiğini vurguluyor ve Adanalı Kerem Ali, Cumhuriyet
gazetesinden Atıf gibi, ''Nobel'i kazanmak istiyorsan
önce Sovyetler Birliği'ni eleştirmelisin'' gibi,
Alain Bosquet 'nin dedikleri gibi, neredeyse tamamını
Yaşar Kemal'in kendisinden dinlediğim öykücüklerle
fıkraları aktararak, kesinlikle Yaşar Kemal'le değil,
anıştırmalı bir dille aklım sıra Nobel ödülüyle dalga
geçiyordum güya. Ayrıca, hemen şunu da belirtmek isterim
ki; görgü tanığıyımdır, ödülün radyolardan açıklanacağı
saatlerde Cem Yayınevi'nin önünde kamyonların bekletildiği
1973 yılında da bütün dünya edebiyat çevreleri Yaşar
Kemal'i tek aday gösterirken, Nobel edebiyat ödülü bu kez
de Avustralyalı Patrick White 'a verilmişti.
Kısacası, Yaşar Kemal'le gerçekten de hiçbir sorunum yoktu
benim. İki yıl önce yazılmış o yazıyı da, Nobel edebiyat
ödülünün gene ona verilmeyeceğini ve nicedir uzakta
olduğunu düşünerek, ödülün dağıtılmasına yakın günlerde,
dedim ya aklım sıra güncelleştirmek amacıyla güya,
Edebiyat Cephesi'nin 1 Ekim 1979 günlü sayısında
yayımlamış ve hemen kendisine iletmesi için de birkaç
dergi göndermiştim Stokholm'de yaşayan ortak dostumuz şair
Özkan Mert 'e, onunla bir de konuşma yapması
ricasıyla... Ama, kısa bir süre sonra, ''Benim için,
'Artık öyle biri yok, cenazeme bile gelmesin'
diyor'' diye zehir zemberek bir mektup almıştım
Özkan'dan... Bana bunca niçin kızmıştı, inanın hâlâ
çıkarabilmiş değilim...
Cumhuriyet 12.07.2005
YAŞAR KEMAL'LE KAVGA
Nesin: Tokadınla edebiyat tarihine geçmen
garanti
Yurda
döndükten sonra, 1981 yazında Cumhuriyet gazetesinde ve
Cem Yayınevi'nde iki kez karşılaşmıştık, ama selam bile
vermemişti.
1981 yılı Kasım ayı filan
olmalı. Bir akşamüstü iki tek atmak için, Papirüs'e
gitmiştik gene Arif'le... Ama gırgır şamata derken dalmış
gitmişiz... Farkına varınca, ''Bari eve telefon edeyim
de, beni yemeğe beklemesinler'' deyip fırlamıştım.
Telefon etmiş dönüyordum ki, baktım Yaşar Kemal...
Rahmetli Patriot Hayati ile konuşuyordu. Usulca
sokuldum ardından, omuzundan kavradım, ''Merhaba Yaşar
ağbi'' dedim dostça. Dönüp beni görünce, sinirli
sinirli bir şeyler mırıldanarak kolumu itti. Demek hem iki
kadeh içmiş olmanın yüreklendirmesi hem de Arif'in zaten
nicedir bizi karşılaştırabilmek için uğraştığını bilmenin
bilinçaltı dürtüsüyle... ''Bir kusur işlemişsem özür
dilerim ağbi'' dedim, gene sakin sakin. ''Ulan
.iktir git'' dedi, sırtını döndü, gene bir şeyler
mırıldanarak. ''Küfretme ağbi, dedim. Vallahi kötü
niyetle yazmadım.'' Hışımla döndü. ''Başlatma şimdi
anandan!'' dedi bağırarak. ''Anamı karıştırma ağbi"
dedim, bu kez de ben sinirli sinirli. "Kusurum
varsa özür diliyorum.'' Birden iki yakamdan kavrayıp,
''Karıştırırsam n'olurmuş ulan...'' filan diye
bağırmaya başladı.
Demek biraz da korkunun
körüklediği savunma içgüdüsünün saldırganlığıyla, bana
vurmasına fırsat vermeden ben de sarılmıştım ona. Birlikte
yere düştük. Koşup ayırdılar bizi. Gerçekten rezil
olmuştuk dostlara. Kimi, ''Hiç Türk filmi de mi
seyretmediniz, böyle mi kavga edilir?'' diyerek gırgır
geçiyordu, kimi, ''Yaşar Ağbi ile Demirtaş Ağbi de
kavga ederse biz kimi örnek alacağız'' diyordu iğneli
iğneli...
BARIŞ İÇİN GİTTİM KAVGA
ETTİK
Kısacası, güya barışmaya
çalışırken, tam anlamıyla berbat etmiştim bir çuval
inciri. O öfke ve utançla da, nasıl unuturum bir iki kadeh
daha içip iyice sarhoş döndüm eve. Sabahleyin de sanki
sızmışım gibi, kızım okuluna karım da işine gidinceye dek
çıkmadım yataktan. Güya uyanıp kalktım ama, dünya öylesine
anlamsızdı ki... Utancımı birileriyle bölüşmezsem
çıldıracaktım sanki. Daha erken demedim, sarıldım telefona
sabahın köründe. Bütün olan biteni ayrıntılarıyla, bir bir
kardeşime anlatmaya koyuldum. Avukat ya, kim haklı kim
haksız ille yargı verecek... Bir ara sözümü kesip;
''Ama sen haklıymışsın ağbi'' diyecek oldu, ''Ulan"
dedim öfkeyle bağırarak , "kim haklı kim haksız
bizi yargılayasın diye anlatmıyorum sana bunları! Yaşar
Kemal'e saygısızlık etmenin haklılığı mı olurmuş?''
Tersleyip susturdum onu hemen. ''Sadece içimi dökmek
istemiştim sana, anlaşıldı mı? Utanıyorum çünkü dün gece
olup bitenlerden.''
'UTANMIYOR MUSUN?'
Saat daha dokuz olmuş
olmamıştı. Telefon çaldı. Aaa, Aziz Nesin... Sabah sabah
nereden öğrenmiş, kimden duymuş?.. ''Yahu, dün gece
Papirüs'te neler olmuş öyle?'' diyordu. ''Neler
yapmışsın?..'' ''Vallahi ağbi'' demiştim ezile
büzüle, olanı biteni, tıpkı kardeşime anlattığım gibi
ayrıntılarıyla bir bir anlatmıştım ona da. ''Utanmıyor
musun?'' demişti. ''İnsan, hele hele genç bir
yazar, kendisinden büyük bir yazara, ağabeyine böyle
davranır mı hiç?'' ''Utanıyorum vallahi ağbi''
demiştim, gene ezile büzüle. ''İnanın utanıyorum.
Karıma bile anlatamadım hâlâ dün gece olanları...''
Bir kahkaha atmış; ''Üstelik hemşerine... İki
Adanalı...'' demişti bizimle keyifli keyifli gırgır
geçerek. Hemen ardından da;
''Bana bak Demirtaş,
bugüne dek yazdıklarınla edebiyat tarihine geçer misin
bilmem ama, Yaşar'a attığın tokatla edebiyat tarihine
geçmen garanti ha...'' diye
eklemişti, gene kahkahalar arasında.
Nasıl unuturum?..
Aziz Ağbi, nasıl özlüyorum
sizi... Çünkü, nice arkadaşımız ihanet etti kendine umut
bağlamış halkına, bilmem ki nasıl anlatsam?.. Üstelik
belki hâlâ farkında değil ama, sağır ve kör halkının bugün
daha çok gereksinimi var sana, bilesin...
NOT: Bu yazı dizisi Dünya
Yayınları'nda önümüzdeki günlerde çıkacak olan 'Yakılacak
Adam Aziz Nesin' adlı kitaptan alınmıştır.
BİTTİ
|
|
|
|
|
AZİZ NESİN
Aziz Nesin (20.12.1915 -
06.07.1995) ve
Aziz Nesin Vakfı
(Çocuk Cenneti)
Aziz Nesin Stiftung Çatalca |
|